20 Nis 2020

Alparslan Kuytul Hocaefendi ile “Kur'ani Değerlerle Hayat” konulu bir söyleşi programı düzenlendi. İnternetten canlı olarak takip edilen programda bir çok soruyu yanıtlayan Alparslan Kuytul Hocaefendi, Kur'an-i değerlerle hayatın nasıl olması gerektiğini anlattı. Programın tamamı soru ve cevap olmak üzere şu şekilde;

Soru 1: Kur'an-ı Kerim’in indiriliş amacı nedir?

Allah Azze ve Celle, insanı kendisine yakınlaştırmak, insanı medeni yapmak, insana uygun bir hayat yaşamaya davet etmek ediyor. Dolayısıyla bunların gerçekleşebilmesi; bir kitap indirmesiyle mümkündü. Allah Azze ve Celle, eğer insan aklı buna yeterli olmuş olsaydı, vahiy göndermez, kitap göndermez, peygamber göndermezdi. İlk insanın peygamber olduğunu düşünürseniz demek ki insanın vahye, insanın Allah'tan gelen insani ve ahlaki değerleri ihtiyacı var. İnsan şerefli bir varlık olarak yaratılmış ve yükselmek ister. Buna uygun yaratılıyor ve yükselmesi gerekiyor.

Kur'an'ın indiriliş gayesi;

1. İnsana yükselme yollarını göstermek, Allah'a yakınlaştırarak bir taraftan manevi alemde bir taraftan da maddi alemde yükseltmektir.

Kur’an-ı Kerim'de sadece insan maneviyatı ile ilgili ayetlerin olmadığını görüyoruz. Kur’an-ı Kerim sadece insanın nefsini terbiye etme değil, aynı zamanda insanı bu dünyada başarılı kılacak medeniyet kurmasını sağlayacak hükümlerde gönderiyor. Demek ki Allah'ın muradı; bir taraftan insanın yükselmesini sağlamak, diğer taraftan da insanın nefsini arındırmasını sağlamaktır. Kur'an'ı bu amaçla göndermiştir. Çünkü insanda hem günaha hem takvaya meyil var.

Kur'an-ı Kerim o yüzden Ala suresi 14. Ayette “Doğrusu, temizlenip arınan felah bulmuştur;” buyuruyor. Yine Şems suresi 9. Ayette “Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur” buyuruyor. Kur’an-ı Kerim çeşitli ayetlerde nefsin arındırılmasına temas ediyor. Nefsin arınması, Kur'an'ın hedeflerindendir. Allah Azze ve Celle nefsin arınmasını sağlamak istiyor. Çünkü Şems suresi 8. ayette “Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun)” buyurulduğu gibi Allah, insana günahı da ilham etmiş, takvayı da ilham etmiştir. İnsan sadece doğruya meyilli bir varlık değil, günaha da meyilli bir varlıktır. Böylece hem günaha hem de doğrulara meyilli bir varlık olarak yaratılmış olduğu için; bir kitap, bir peygamber gönderilerek doğruya sevk edilmesi gerekir. Eğer kendi haline bırakılırsa nefsinin emrine girebilir. Nefis günahı, kötüyü istemektedir. Nefsin arındırılması, terbiye edilmesi bu yüzden gereklidir. Çünkü Allah, insana böyle bir nefis vermiş, insanı böyle bir fıtrat ile yaratmış, terbiye edilmediği takdirde günaha meyletmektedir. İnsan nefsinin arındırılması; vahiy ile mümkündür. Allah insanı kendisine yaklaştırarak hem maddi hem de manevi âlemde yükseltmek istediği için bu değerleri göndermiştir. İnsan, bunun yollarını Kur’an’dan ve Peygamber Efendimizden öğrenir.

2. Kur’an-ı Kerim gökyüzünden bahseder, insanın anne karnında geçirdiği aşamalardan, dağlardan bahseder yani bilimin temellerini atarak bazı bilgiler verir.

Dağlarla, denizlerle, insanla, gökyüzüyle ilgili birtakım temel bilgiler verir ve aslında insanlara ilgi alanları ortaya koyar. ‘Şunlarla ilgilenin, şu alanlarda gelişin, ilmi geliştirin’ diyerek, farkına varmasını sağlar. Yoksa gökyüzü, dağların bir kazık gibi olup olmadığı insanın aklına bile gelmez. Ama Kur’an-ı Kerim Nebe suresi 7.ayette “Dağları kazık gibi çaktık” buyuruyor. İşte o zaman insanlar o alanlarda da ilgilenmeye başlıyor. Kur’an-ı Kerim Vakıa suresi 75. Ayette “Yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim” buyurunca insanlar yıldızlar ile ilgilenmeye başlıyor. Kur’an-ı Kerim insanın anne karnında geçirdiği aşamaları anlatınca; insan tıp ilmi ile ilgilenmeye başlıyor. Velhasıl Kur’an-ı Kerim bu şekilde insanı değişik bilim dallarına da sevk ediyor. Kur’an’ın bir hedefi de budur.

3. Diğer taraftan önceki peygamberlere verilmiş olan, zaman içerisinde bozulmuş ve tahribata uğramış kitapların içerisinden korunmuş olan Kur'an'ın bir hedefi de semavi kitaplardaki hataları düzeltmek ve onların aslını, doğruları ortaya koymaktır. Çünkü insanlar peygamberlerin getirdiklerini değiştirdiler.

Kur'an-ı Kerim bunu da açıkça ifade ediyor. Mesela İsrail oğullarının yaptıklarını anlatırken Bakara 87. Ayette “Size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldüreceksiniz, öyle mi?” buyuruyor. Yani demek ki insanlar, nefislerine zor geldiği zaman peygamberleri öldürdüler, inkâr ettiler ya da dini değiştirdiler. Mesela Hz. İsa Aleyhisselam bir insandı ve kendisinin bir insan olduğunu söylüyordu. Ama daha sonraları Hristiyan din adamları onu Allah'ın oğlu yaptılar ve ‘tanrının oğlu’ dediler. Neden? Çünkü onu tanrının oğlu olarak görecekler ki kendileri bedavadan cennete girsin. İddialarına göre tüm insanlar Hz. Adem'in evladı ve Hz. Adem'in günahından dolayı günahkâr olarak doğmaktadırlar. İşte Allah Azze ve Celle insanları bu günahtan kurtarmak için, haşa biricik oğlu Hz. İsa'yı insan kılığında yeryüzüne indirmiştir, dediler. Hz. İsa Aleyhisselam acılar çekerek çarmıhta can vermiş ve böylece insanlık günahlarından kurtulmuştur. Şimdi bu gibi tahrifatlar gerek inanç gerek ibadet gerekse ahlak alanında olmuştur. Kur’an’ın indirilişinin bir hedefi de bu tahribatları düzeltmektir. Yani Kur’an’ın hedefi; Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de değiştirilen yerleri yapılan tahrifatı tağyir ve tebdili insanlara göstermektir. ‘Şuraları değiştirdiler bunlara dikkat edin’ demek ve böylece insanların doğru inanca, doğru ibadete, doğru ahlaka, doğru ahkama, doğru kanunlara, doğru hükümlere ulaşmasını sağlamaktır. Çünkü birçok alanda sapma var ve bu sapmaların da büyük çoğunluğu ehli kitaptan gelmiştir. Bizden önceki ümmetlerde sapmalar oldu. Şu anda da yeryüzünde Yahudi ve Hristiyanların toplam sayısı oldukça fazladır. Dolayısıyla da Kur'an-ı Kerim'in bir hedefinin de bu olması gayet normaldir. Eğer Allah Azze ve Celle sapmaları kitabı ile öğretmese biz nereden öğreneceğiz?

4. Kur’an’ın indirilişinin bir gayesi de Ehli kitabın da Kur'an sayesinde kendilerindeki sapmaları fark etmelerini sağlamaktır.

Yalnızca putperestlerde değil, ehli kitap dünyasında da yanlış inançlar yayılmıştı. Hz. İsa'nın tanrının oğlu olması, Hz. Üzeyir Aleyhisselam'ın tanrının oğlu olması gibi yanlış inançlar… Daha evvel de temas etmiştik; ruhbanlık ile, Allah ile peygamber ile ilgili yanlış inançlar, ibadetler ile ilgili yanlış inançlar olmuştur. Dinde ifratlar tefritler almış başını gidiyordu. Allah Azze ve Celle bütün bunların düzeltilmesini Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizi göndermekle gerçekleştirdi.

5. Bunun dışında Kur'an’ın indirilişinin bir diğer amacı da Nisa suresi 10. Ayette de buyurulduğu gibi; “Sana bu kitabı hak ile indirdik.” Yani kitap da kitabın Allah Azze ve Celle tarafından indirilmiş olması da kitaptaki hükümlerde haktır.

Bu kitabı neden indirdik? Allah Azze ve Celle Kur’an’ını niye gönderdiğini bizatihi Nisa 105. Ayette açıklıyor: “Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) Hainlerin savunucusu olma.” Demek ki Kur'an'ın indirilişinin bir gayesi de Kur'an ile hükmedilmesidir. Bizatihi Peygamberimizin bile mecbur olduğu husus; Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin. Yani Peygamberimiz dahi insanlar arasında kendi kafasına göre hüküm veremiyor. Peygamberimiz dahi Kur'an'ın hükümlerine bağlı kalmak zorundadır. Çünkü Kur'an bunun için indirilmiştir. Peygamberimiz peygamber olarak seçilmiş, ona güzel bir ahlak verilmiş ve ondan sonra da Allah Azze ve Celle “Ey Rasulüm! ‘Sen Benim Peygamberimsin, ahlakında güzel, istediğin gibi hüküm ver” dememiştir. Allah Azze ve Celle “Seni peygamber olarak seçtim, sana nur verdim, sana mizan verdim, sana hikmet verdim, bunlar sana yeterlidir” dememiş. Ayrıca “Sana bir de kitap verdik” buyurmuştur. Bu, ‘Kitaba göre hüküm vereceksin’ demiştir. Demek ki bırakın bizim gibi normal insanları Peygamberimizin bizatihi kendisi bile Allah'ın kitabına göre hüküm vermek zorundadır. Çünkü kitap bunun için indirilmiştir. Aksi halde insanlar birçok meselede haksızlık yapacaklar ve isabet edemeyeceklerdir. Allah Azze ve Celle bizatihi kendisi kitabın niye indirildiğini açıklıyor. İnsanlar arasında kitaba göre hüküm vereceksiniz, o halde Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i anlaması icap eder. Eğer Müslümanlar bunun dışında bir şey yapmaya kalkarlarsa o takdirde Kur'an'ın indiriliş gayesinin dışına çıkmış olurlar. Yani Kur'an'ın indiriliş hikayesinin dışına çıkmak istemiyorlarsa yapmaları gereken şey Allah'ın kitabına göre hükmetmektir. O yüzden Kur’an-ı Kerim Maide suresi 45. ayette buyur “Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendisidir” buyurur. Demek ki Allah'ın kitabı ile hükmetmek zorundayız. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirdir. Allah Azze ve Celle buna göre davranmıyorsanız ve Allah'ın hükümlerini sizin hükümlerinizden daha doğru olduğunu kabul etmiyorsanız; kafirsiniz, demek istiyor. Allah'ın hükümlerinin kıyamete kadar geçerli olduğunu kabul etmiyorsanız; kafirsiniz, Allah'ın hükümlerinin hepsinin doğru olduğunu, Allah'ın hükümlerinde hata olmayacağını, Allah'ın ilminin sonsuz olduğunu kabul etmiyorsanız; kafirsiniz. Allah'ın kitabının bir zaman ve bir ırk için gelmediğini tüm insanlar ve tüm zamanlar için olduğunu kabul etmiyor ve ona göre hükmetmiyorsanız, inkâr ediyorsanız, Allah'ın hükümleri ile alay ediyorsanız ‘Allah'ın hükümleri bu zaman için değildir’ diyorsanız; kafirsiniz. ‘Allah'ın hükümlerinde hata var, Allah’ın hükmüne uymak zorunda değiliz, kıyamete kadar geçerli değildir, biz Allah'tan daha iyi biliriz diyorsanız, bizim koyduğumuz hükümler Allah'ın koyduğu hükümler den daha üstündür’ diyorsanız; kafirsiniz.

Eğer Allah'ın hükümlerini ve onlarla hükmetmek zorunda olduğunuzu kabul ediyor ama nefsinize uyuyorsanız o zaman zalim ve günahkârsınız. Ama bir de inkâr ediyor ve reddediyorsanız, Allah'ın hükümlerini kabul etmiyorsanız o zaman fasık ve zalim olmanın da ötesinde kafir olmuş olursunuz. Bu ayetler bize neyi gösteriyor? Kur'an’ın hükmetmek için indirildiği, Kur'an ile hükmetmek ve Kur'an'ın koyduğu değerleri kabul etmek zorunda olduğumuzu öğretiyor. Çünkü Allah'tan daha iyi biliyor olamazsınız ve Allah'tan daha doğrusunu ortaya koyamazsınız. İşte o yüzden Allah Azze ve Celle’nin hükümlerinin daha doğru olduğunu kabul etmek zorundasınız.

Kur'an-ı Kerim’in niçin indirildiğini ana hatları ile birkaç madde ile açıklamış oldum. Elbette ki sadece bu değildir.

6. Kur’an, insanların ahlakını değiştirmek,

7. Yeryüzünde inkılaplar gerçekleştirmek,

8. İnsanları kula kulluktan kurtarmak için indirildi.

Kur'an'ın indiriliş gayesi elbette birkaç maddeden ibaret değil, Kur’an-ı Kerim aslında dünyayı değiştirmek için indirildi.

Soru 2: Hocam, Kur’an’ın indiriliş gayesine, Kur’an’ın ahlaki değerlerine, Kur’an’ın eski kitaplardaki tahrifatları düzelttiğine değinen birçok hoca var ama bu hükmetme konusuna değinen birkaç hoca ve insan var. Bunun sebebi nedir? Kur’an ile hükmedilmesi gerektiğini anlatmak riskli midir? 

Müslüman, Tercihini Yapmalıdır!

Yahudi ve Hristiyanları tenkit edebilirsiniz ama Allah Azze ve Celle’nin hükümleri ile hükmetmeyenleri eleştirirseniz; başınız belaya girebilir. Bu yüzden, bugün kolay olan; Kur'an'ın ahlakı düzetmesiyle, ibadetler ile ilgileniyorlar. Ama Allah'ın dünyaya dair, gündelik hayatımıza dair hükümlerini gündeme getirmiyorlar.

“Kur'an hükmetmek için indirildi” konusu gündeme getirilirse ne olur?

Allah Azze ve Celle’nin hükmü ile hükmetmeyip, kendi hükümleriyle hükmedenlerle karşı karşıya gelirsiniz. Bunu göze almayanlar elbette ki o konulara girmeyeceklerdir. Bu konuya girmeyenler o zaman da Allah ile karşı karşıya geliyorlar ama bunun farkında değiller. Onlar sadece insanları tehlike olarak görüyorlar.

Halbuki asıl tehlike; Allah Azze ve Celle’yi kızdırmak, Kur'an'ın bazı hükümlerini saklamaktır. Bu, insanı Allah ile karşı karşıya getirir. Yani Kur'an'ın hükmetmek için indirildiğini söylediğiniz zaman; hükmedenler ile karşı karşıya gelirsiniz. Bunu söylemediğiniz zaman da Allah ile karşı karşıya gelirsiniz, tercihinizi yapacaksınız!

Soru 3: İnsan yeryüzüne ne için gönderilmiştir?

Allah Azze ve Celle Hud suresi 61. Ayette “Allah sizi topraktan yarattı ve orada bir medeniyet meydana getirmenizi istedi” buyuruyor.

İnsanın yaratılış gayesi;

1. Yeryüzünde bir medeniyet meydana getirmektir. İnsanın meydana getirdiği hayat şeklinin bir medeniyet sayılması için Allah'ın istediği gibi olması icap eder. Allah Azze ve Celle’nin istemediği şekilde bir medeniyet meydana getirilirse, bu İslam medeniyet olarak kabul edilemez. Çünkü Allah'ın dediği haktır, ona aykırı olanlar ise bâtıldır. Allah'ın dediklerine aykırı olan esaslar medeniyet esasları olarak kabul edilemez. Yani insanın gönderiliş gayesi yeryüzünde Allah'ın istediği şekilde bir medeniyet meydana getirmektir. Çünkü dünya Allah'ın dünyasıdır.

Medeni olmanın ilk şartı: Hak sahibine hakkını vermek, zorbalık yapmamak, birisinin hakkını gasp etmemek ve hakkını elinden zorla almamaktır. Dolayısıyla Allah Azze ve Celle her şeyin sahibidir. O halde Allah'ın hakkını Allah'a vermek; tüm kâinata Allah'ın hükmettiği gibi insanlara da Allah'ın hükmetmesine razı olmak, medeni olmanın ilk şartıdır. Medeni İnsan bir başkasının hakkına göz dikmemesine rağmen, nasıl olur da Allah'ın hakkına göz diker?

O halde medeniyetin ilk şartı; insanın haddini bilmesi, Allah'ın hakkını Allah'a vermesi, kendinin Allah'ın halifesi olduğunu unutmaması ve ilahlık taslamamasıdır. Böylece kendini ilah görmeyip Allah Azze ve Celle’nin kulu olarak görünce medeniyet esaslarını Allah'tan alır. İşte o zaman da Allah'tan gelen esaslara göre bir medeniyet kurar. Bu, insana yakışır bir medeniyet olur. Aksi halde nefsine göre bir medeniyet kurar ve bu da insana yakışmayan bir medeniyet olur. Şu anda dünyada nefse göre bir medeniyet kurulmuştur. Tüm haramlar serbest, her konuda güya özgürlük var. Aslında kendilerini özgür zannediyorlar ama nefislerinin kölesi olmuşlar.

Hakikatte özgür insan, Allah'a kul olan insandır. Bir tek Allah'a kul olur ve bütün sahte ilahlara kul olmaktan kurtulur. Bir olan Allah Azze ve Celle’ye kul olmayan birçok sahte ilahlara ve nefsine kulluk yapmak zorunda kalır.

İnsanın medeni olabilmesi insani ve ahlaki değerleri Rabbinden almasıyla mümkündür. İnsanın yaratılış gayesi budur.

2. Allah Azze ve Celle Zariyat suresi 56. Ayette “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” buyuruyor. Ayette geçen “Bana ibadet etsinler” kısmı İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayete göre; “Beni tanısınlar ve koymaları gereken makama koysunlar” manasındadır. Çünkü insanların büyük çoğunluğu Allah'ı koyması gereken makama koymamaktadır. Allah Azze ve Celle Zümer suresi 67. Ayette “Onlar Allah'ı hakkı ile takdir edemediler.” Demek ki insan, Allah Azze ve Celle’yi hakkı ile takdir etmeyen ve Allah'ı koyması gereken makama koymayan bir varlıktır. Neden? Çünkü O’nu tanımıyor. Neden tanımıyor? Çünkü onun yarattıklarına, kâinata bakıp tefekkür etmiyor. Eğer tefekkür etseydi; Allah'ın ilmini, Allah'ın kudretini görecekti ve Allah'ı koyması gereken makama koyacaktı. O’nu tanıyacaktı ve O’na ibadet edecekti. Müslüman, Allah'ın ilmini, kudretini hissetmeli, bakmalı ve görmelidir. Görme maksadıyla bakarsa o zaman görür ve o zaman Rabbine ibadet etmeyi gerekli görür.

3. İnsanın yaratılış amacı; bir taraftan Rabbini tanıması, bir taraftan kendisini tanımasıdır. Kendisinin bir alaktan, spermden, çamurdan yaratıldığı unutmaması ve Allah'ın da yaratıcı, sonsuz ilim ve kudret sahibi olduğunu unutmaması gerekiyor. İnsan önce Rabbini, sonra kendisini bilecek. İnsan, kendini bilirse Firavunlaşmaz, Nemrutlaşmaz, Karunlaşmaz. Rabbini bilirse, Rabbine kulluk yapar, başkalarına kulluk yapmaz. İşte insanın yaratılış gayelerinden bazıları bunlardır.

Allah'a kulluk yapan başkalarına kulluk yapmaz La İlahe İllallah’ı hakiki manasıyla anlamış bir Müslüman başkalarına kulluk yapmayı kabul etmez. Allah'ı anlayan kendisini anlar, kendisini tanıyan Allah'ı da tanır. Eğer kâinata, varlıklara bakarsa kendisinin de ne kadar küçücük kaldığını, koca kâinat içerisinde küçücük olduğunu görürse haddini bilir. Güç ve kuvvet eline geçtiği zaman haddini aşmaz, Firavunlaşmaz. Kâinata baktığı zaman Rabbinin kudretini görür ve kendisinin hiç olduğunu anlar. O zaman ona itaat etmesi gerektiği, haddini bilmesi gerektiğini anlar. Ama insan bakmıyor. Baksaydı görürdü. Görseydi daha çok bakardı. İnsan, görmese bile bakmalıdır. Belki bir müddet zorlayacak ama ondan sonra görmeye başlayacak. İşte o zaman niçin yaratıldığını da anlamaya başlayacak, kendisini de koyması gereken makama koyacaktır. Rabbini de koyması gereken makama koyacaktır.

4. İnsan bir hammadde gibi dünyaya gönderiliyor. İnsanın yaratılışındaki bir maksat; hammaddenin kamilleşmesidir. Yani insanın eksiklerini tamamlaması, kendini geliştirmesidir. Allah Azze ve Celle o yüzden insanı imtihanlara sokar. İnsana akıl ve irade vermiştir. İnsan aklı ile vahyi, doğruları, yanlışları anlar. İradesi ile de doğruya bağlı kalır ve doğruya sahip çıkar. İşte bu şekilde insan yükselir, imtihanlara girer ve imtihanları kazanır. Allah Azze ve Celle’nin muradı budur. Bu dünya bir eğitim alanı, biz de talebeleriyiz. İnsan bu okulda, bu mektepte imtihanlara girecek ve yükselecektir. Okulda hiç kimse imtihanlara girmeden yükselmiyor. İnsan da imtihana girmeden yükselemez.

5. İnsanın yaratılışının bir maksat da imtihanlara girmesi ve kazanmasıdır. İmtihanların sonucunda Allah dostu olması, Allah'ın onu ebedi cennetine koyması, ebediyen Rabbinin misafiri olması ve ebediyen Rabbinin imkanlarına maruz kalmasıdır. Allah'ın muradı budur. Yani Allah Azze ve Celle kendisine ebediyen dost olacak, ebediyen şükredecek ama aynı zamanda imtihanı kazanmış kullarının olmasını istedi. Yoksa hiç günah işlemeyen, sürekli Allah'a itaat eden melekler vardı. Ama onların nefsi olmadığı için zaten şeytan onlara karışamıyor. Dolayısıyla onların dışında, onların dostluğu, onların şükrü, onların ibadetleri dışında Allah Azze ve Celle bir de insanın dostluğunu, insanın ibadetini istedi. Allah Azze ve Celle imtihanı kazanmış kullarının cennette olmasını, onlara ebedi bir hayat vermek istedi. Kerim sıfatı ile onlara muamele etmek istedi. Buna da imtihanı kazanmış olanlar layıktır.

Soru 4: Kur'an-ı Kerim’in insana sunduğu hayat tarzı nasıldır? Kur'an-ı Kerim nasıl bir hayat modelini kabul eder?  

Kur’an’ın kabul ettiği ve reddettiği değerler var. Kur'an'ın kabul ettiği değerlere göre olan hayat, Kur'an i değerlerle olan bir hayattır. Kur'an'ın reddettiği değerlere göre olan bir hayat da Kur'an'ın reddettiği bir hayattır. Yani Kur ‘an-i değerlere göre yaşıyorsanız, hayatınız İslami bir hayattır. Gayri Kur ‘ani değerlere ve başkalarının ortaya koyduğu değerlere göre bir hayat yaşıyorsanız, o zaman Kur'an'ın değerleri dışında başka değerlere göre yaşıyorsunuz demektir.

Kur ‘ani değerlerin birkaç tanesi;  

1. Üzerinde en fazla durulması gereken nokta tevhiddir. Yani tevhidi, Kur’an’ın insanlara öğrettiği değerlerin en başına koymak gerekir. Allah Azze ve Celle kullara kulluğu reddetti, bir tek kendisine itaat ve kulluk yapılmasını istedi. Kulluk, Allah Azze ve Celle’nin hakkıdır. Çünkü her şeyin sahibi O’dur, her şeyin rızkını veren de her şeyi en iyi bilen de O’dur. O halde insanların Allah'a kulluk yapması Allah'ın hakkıdır. İnsanlar Allah'a değil de kullara itaat ettikleri zaman, insanlık şerefinden mahrum olurlar. Kendileri gibi kullara kulluk yaparsak o zaman şerefimizi kaybederiz. Ama Allah Azze ve Celle’ye kulluk etmek; insanın şerefine şeref katar. Çünkü Allah sonsuz ilim sahibidir ve Allah'ın bizim üzerimizdeki hakları sonsuzdur. O halde Allah Azze ve Celle’ye itaat etmek, Allah'a kulluk yapmak, insanın şerefini götürmez. Ama kullara kulluk; insanın şerefini beş para eder.

Kur'an-ı Kerim’in insanlara öğrettiği ilk değer; La İlahe İllallah’tır. Allah'tan başka bütün ilahları reddedin. Çünkü onlar sahte ilahlardır. Allah'ın dışında başka otorite tanımayın, şerefinizi muhafaza edin, kullara kulluk yapmayın. Böylece insan insanlığını muhafaza etmiş olur. Cahiliye insanı sadece ahlaki birtakım meselelerde çukura düşmemişti. Sadece içki, kumar, zina gibi birtakım ahlaki konularda çöküntüye uğramamıştı. Aslında onlar tümden insanlık değerlerini, ahlaki değerlerini kaybetmiş ve insanlıktan çıkmıştı. Neden? Çünkü kullara kulluk yapıyorlardı. Sadece içki, kumar gibi günahlar ya da insanı basitleştiren ve kötü bir hayatı yaşatan şeyler değil, aynı zamanda kullara kulluk yapıyorlardı.  Yani aslında insanı insanlıktan çıkaran kullara kulluk içerisinde idiler. Allah-u Teâlâ insanlara ilk olarak bunu öğretti.

2. İnsan, tek otorite olarak Allah Azze ve Celle’yi görürse, La İlahe İllallah’ı anlayarak söylerse doğru bir inanca sahip olur. ‘Allah'tan başka bir ilah yok, bütün sahte ilahları reddediyorum tek itaat edilecek makam Allah’tır. Hiç kimse Allah'ın hükümlerine aykırı hüküm koyamaz. O’ndan başka ilah tanımıyorum, O’ndan başka kanun koyucu tanımıyorum, itaat edilecek bir makam tanımıyorum’ dediği ve bu değeri elde ettiği zaman, insanlık şerifini korumaktadır. Artık ondan sonra gerisi gelecektir. Madem ki tek otorite Allah, o zaman Allah Azze ve Celle kendisine “Irkçılık yok. Irkçılığı terk edin” O kişi de Allah Azze ve Celle’yi tek otorite olarak gördüğü için Allah mı diyor, o halde tamam diyecek ve böylece Kur ‘an-i bir değere sahip olacak ve ırkçılığı reddedecektir. Kur’an-ı Kerim bize sorgusuz itaati kazandırıyor.

Allah Azze ve Celle Hucurat suresi 113. Ayette “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve 'birbirinizi tanımanız ve tanışmanız' için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır.” Birbirinize karşı üstünlük taslamanız için değil, tanışasınız diye halklar ve kabileler kıldık. Kur’an-i değerlerin ışığında (temel esaslar Allah ve Resul’ünden olmak şartıyla) farklı kültürler oluşsun diyerek kız alıp verirsiniz, alışveriş yaparsınız. Temel esasların %90'ını Allah ve Resulünden %10 gibi bir kısmını da insan kendi değerlerine göre koyabilir. O da toplumdan topluma değişecek farklı kültürler, farklı sporlar, farklı örf adetler, farklı kılık kıyafetler, farklı diller, farklı yemek çeşitleri ve buna benzer ufak tefek meselelerde olur. Mesela, Allah'ın %90’ını bize öğretmesi ve %10'unu, 15'ini, 20'sini insanlara bırakması (kültürde sanatta birtakım bazı konularda) bir renklilik olsun diyedir.

O yüzden “Sizi böyle ırk ırk, aşiret aşiret yaptık ki tanışasınız” buyuruyor. Üstünlük taslayasınız diye değil, böyle bazı farklılıklarınız olsun ve bu da dünyaya bir güzellik katsın ve böylece tanışın birbirinizden farklı kültürler alın. Tanışmanız için bir isminiz olmuş olsun, işte Türk desinler, Kürt desinler, Arap desinler, İngiliz, Fransız desinler. Sonuçta hepiniz, Âdem ile Havva'dansınız. O halde üstünlük taslamayın. En üstününüz kimdir? “İçinizde en üstün olan, en takvalı olandır.” Takva, Allah'ın insanlara kazandırmak istediği bir değerdir.

3. Kur'an'ın değerlerinden birisi; insanların ırk yönünden eşit olduğu ve üstünlük ölçüsü olarak takvayı kabul etmemiz gerektiğidir. Yani demek ki üstünlük ölçüsünü Allah koyar. Bu, Kur’an-i bir değerdir. Üstünlüğün ölçüsü nedir? Neye göre, kim kimden üstündür?

Üstünlüğün bir ölçüye ihtiyacı var ve bu ölçüyü Kur’an-ı Kerim koyuyor. Takva; kim Allah Azze ve Celle’den daha çok sakınıyorsa, o daha üstündür. O halde insanların ırkına bakmayın. Bu, Kur'an'ın insanlara kazandırdığı bir değerdir. Dolayısıyla ırkçılık, Kur'an'ın kabul etmediği bir hayat şekli, bir değer ve bir kriterdir. Ama ırkçılığın reddedilmesi ve takvanın esas alınması Kur’an-i bir değerdir. Peygamberimiz bir hadiste buyuruyor ki; "Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık uğrunda savaşan da bizden değildir, ırkçılık uğrunda ölen de bizden değildir" (Müslim, İmâre 53, 57) Peygamberimiz doğrudan doğruya ırkçılığı reddediyor. “Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyaz derili olanın siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, siyah derili olanın da beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir” manasındaki hadisi, Ahmed b. Hanbel tahric etmiştir. (bk. el-Müsned, Müessesetu’r-rialse, 1421-2001,38/474/h. no:23489) Bu hadis rivayeti sahihtir. (bk. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, h. no:5622) O halde bir ırk kendini diğer ırktan üstün göremez. Kendi ırkını üstün göremez ama sevebilir, kendi akrabasını sevdiği gibi kendi ırkını diğer ırklardan daha çok sevebilir, sevmekte bir mahsur yoktur. Ancak üstün göremez. Çünkü herkes Âdem ile Havva'dan geliyor. Allah-u Teâlâ isteseydi, on tane Âdem, on tane Havva yaratırdı, böylece insanlar farklı ailelerden gelirlerdi ve bunlar arasında evlilik olurdu. Allah, kardeşler arası evliliğe razı oldu ama ırkçılığa razı olmadı. Âdem Aleyhisselam ile Havva annemizin çocukları oluyor, bunlar arasında evlilik oluyor, insanlar tek erkek ve tek kadından dünyaya geldi, bu seneki erkek çocuğu ile senenin kızı evleniyor. Allah, bu şekilde bir ölçü koydu. Allah Azze ve Celle buna razı oldu ve on tane Âdem, on tane Havva yaratmadı? Eğer öyle yapsaydı, herkes kendi ırkı ile övünecek ve bu da ırkçılığa yol açacaktı.

Allah-u Teâlâ ırkçılığı önlemek için; insanı tek Âdem ile tek Havva'dan yarattı ve böyle bir değer kazandırdı. Yani ırkın önemi yoktur. Mesela Kur’an-ı Kerim'de ‘Ey Türkler, Ey Kürtler, Ey Araplar’ demiyor ama Ey insanlar, Ey müminler, Ey kafirler’ diyor. Yani Kur'an'ın muhatap olduğu topluluk ırk esaslı, muhatabı ırka dayalı topluluklar değil, Kur'an'ın muhatabı inanca dayalı toplumlardır. “Müminler, kafirler, fasıklar, münafıklar ve ehli kitap” Kur’an-ı Kerim'in muhatap olduğu toplumlar; manevi toplumlar, inanç toplumlarıdır. Bazen ‘Ey insanlar’ şeklinde hitap ediliyor. Bazen ‘Ey Müminler’ deniliyor. Çünkü bazı hükümler, müminler için, bazı hükümler de münafıklar içindir.  O yüzden ‘Ey münafıklar’ deniliyor. Yaptıklarından dolayı tehdit ediliyorlar. Bazıları ehli kitap içindir. Onlara da ‘Ey ehli kitap’ deniyor. Mesela Hucurat suresi 13. Ayette “Ey insanlar, sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.” Allah Azze ve Celle bazen tüm insanlara hitap ediyor. Çünkü bu konu tüm insanlar ile ilgilidir. Yani yalnızca müminler değil, ehli kitap da içinde, münafıklarda içinde, kâfirlerde içinde, yıldıza tapanlarda içindedir. Ey insanlar bilin ki hepinizin kökeni Âdem ile Havva’dır. Bu gerçek değişmez, inancına göre de değişecek bir şey değildir.

Buradan şunu anlıyoruz: Allah, tüm insanların Rabbidir. Yahudilikteki Allah, Yahudi kaynaklarındaki Rab, Rabbi beni İsrail'dir. Yani İsrailoğulları'nın Rabbi, onlara hep güzel şeyler söyler veya onlara kızar, tüm insanların Rabbi değildir. Kur'an geldikten sonra, Rabbi beni İsrail olan Allah, İnsanların Rabbi oldu. O zamana kadar insanlar bir ırkın Rabbi gibi görüyorlardı ve kendilerini Allah'ın oğlu gibi görüyorlardı. Bu ırkçılığın da ötesinde bir şeydir. Yani kendi ırkını üstün görmenin daha da ötesi böyle bir anlayışa sahip olmaktır. Kendilerini Allah'ın oğlu gibi görüyorlardı. ‘Biz Allah'ın oğullarıyız, Allah'ın sevgili kullarıyız’ diyorlardı. Kur’an-ı Kerim onları Maide suresi 18. Ayette reddeder ve onlara cevaben: “Madem Allah'ın oğulları, Allah'ın sevgililerisiniz, o zaman Allah sizlere neden azap ediyor?” buyuruyor. Allah Azze ve Celle böyle bir kriteri kabul etmiyor. Elbette Allah'ın sevgili kulları, evliyaullah vardır ama onlar inancı ile takvası ile o makama gelmişlerdir.

4. Kur’an'ın bize kazandırdığı bir değer de Peygamber çocuğu olsanız bile, bunun bir önemi yoktur. Nuh Aleyhisselam'ın oğlu tufanda boğulurken, Nuh Aleyhisselam ellerini kaldırdı ‘Ya Rabbi oğlum, oğlum ölüyor’ dedi. Allah Azze ve Celle Hud suresi 46. ayette“Dedi ki: 'Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.'” Sen bir peygambersin ve bunu bilmelisin, evet senin çocuğun senin kanından ama senin inancından değil, o senin ailenden sayılmaz. Bırakın ırkçılığı Peygamber çocuğu olsa bile inanç yok ise kıymet kazanmıyor.

İman olmadığı müddetçe, Kur'an'ın insanlığa kazandırdığı bir değer yoktur. Mesela İslam'dan önce cahiliye Arapları Kâbe’yi tavaf ederlerdi. Hac, Hz. İbrahim’den itibaren devam ettiği için onu biliyor ve yapıyorlardı. Mekkeli olmayan hacılara ‘siz günahkârsınız ve bu elbiseler ile de tavaf edemezsiniz. Ya çırılçıplak ya da yeni elbiseyle tavaf edebilirsiniz’ diye şart koşuyorlardı. Kendilerini normal elbiselerle tavaf ediyorlardı. Ama dışarıdan gelenlere böyle şart koşuyorlardı. Halbuki dışarıdan gelenler de Arap’tı. Arapçılığın, ırkçılığın da ötesinde bir de aşiretçilik, coğrafyacılık var. Irkçılığı bu kadar ileri boyuta götürmüşlerdi. İslam geldi ve bütün bunları kaldırdı. İslam geldi ve “Irkçılık ayağımızın altındadır” dedi.

 Ebu Lehep, Peygamberimize soruyor: ‘Ben iman edersem bana ne var?’ Efendimiz: “Başkalarına ne varsa, sana da o var. İman edersen takva sahibi olursan, cennete gidersin” diyor. Ebu Lehep bunu az bularak “Bana fazladan bir şey yok mu? Ben senin amcanım, Kureyş'in en üstün aşireti olan Haşimoğlu’larının da en büyüğüyüm. Yani benimle bir kadın, bir çocuk, bir köle aynı mı? Sen onlara da bana da cenneti vaat ediyorsun, benim bir farkım olmayacak mı?  Efendimiz: “Hayır, başkalarına ne varsa sana da o var. Rabbimden böyle bir şey öğrenmedim, Rabbim bana böyle bir şey söylemedi. Sen de diğer insanlar ile eşitsin. O zaman Ebu Lehep itiraz ediyor ve Müslüman olmuyor. Peygamberimiz de ‘sen bilirsin’ diyor. Ebu Leheb'in itiraz ettiği husus nedir? Ebu Lehep, ‘ben insanlarla eşit miyim, ben bunu kabul edemem’ diyor.

5. Kur'an'ın insanlara kazandırdığı değer, eşitlik prensibini getirmesidir. İnsanlar bunu ne zaman kabul ettiler? Dünyada eşitlik diye bir şey yok. Dünyada soylular var, halk var, Aristokratlar var, köylüler var, Burjuva sınıfı var, proloterya sınıfı var. Şu an asil soydan gelenler, imtiyazlı sınıflar üst derecede. Kur'an bu imtiyazı kaldırıyor ve ‘hepiniz insan olarak eşitsiniz’ diyor. Hatta Peygamber bile insan olma yönünden eşittir. Kur’an-ı Kerim Fussilet suresi 6. Ayette “De ki: 'Ben ancak benzeriniz olan bir beşerim” buyuruyor.

Allah'ın peygamberi de bir insandır. Diğer insanlarla insan olma noktasında eşittir. Kur'an insanlara bunu kazandırdı; ırkçılığı reddetti, sınıf ayrımını da reddetti, fakir zengin ayrımını reddetti, burjuva proletarya ayrımını reddetti, asiller, soylular, köylüler ayrımını reddetti ve insanlar arasında eşitliği sağladı. Efendimiz buyuruyor ki: “Kızım Fatıma bile olsa suç işlediği zaman, cezasını veririm. Kızım Fatıma bile olsa hırsızlık yaparsa elini keserim.”

Fatma adında bir kadın hırsızlık yapınca Efendimiz onun elinin kesileceğini söyledi. Sahabeden bazıları araya girerek, cezayı kaldırtmak istediler. ‘Efendimiz Usame’yi çok severdi, Onun elinde büyüdü, o yüzden Usame’yi gönderelim’ demişlerdi. Usame gelip söylüyor “Ya Rasulallah! Bu asil bir kadındır. Bir hata etmiş” diyerek affettirmeye çalışıyor. Efendimiz “Kızım Fatıma olsaydı yine elini keserdim. Sen nasıl bunun için bana aracı olmaya kalkarsın? Allah'ın hükmünü tatbik etmeyecek miyim? Allah'ın hükmü tatbik etmememi nasıl istersiniz?” dedi. Sizden evvelkiler böyle helak oldular. Zenginleri hırsızlık yaparlar, affederler ya da suç işler görmezden gelirlerdi. ‘O büyüktür, o zengindir, o aristokrattır, o burjuvadır, soyludur’ derlerdi. Fakat fakirleri suç işlediği zaman cezayı verirlerdi. İşte bu yüzden helak oldular.

Kur'an'ın insanlığa kazandırdığı eşitlik prensibi toplumu düzene koyar. Dünya bu noktaya ne zaman geldi? İnsanoğlu, daha yeni bir insanlık evrensel beyannamesi kabul etti. Daha yeni bu noktaya gelebildi ve buna devletler imza attılar. Ama buna uyuyorlar mı? Uymuyorlar. Sadece beyanname imzalandı. Gerçekte eşitlik yok, bunu herkes biliyor. Zenginin çocuğuysanız, bir milletvekilinin, bir bakanın, bir başbakanın, bir cumhurbaşkanının oğlu, kızı iseniz ne yaparsanız üzeri örtülür ama fakirseniz üzeri örtülmez.

Sunucu: Hele milletvekiliyseniz…

Alparslan Kuytul: Milletvekili, Başbakan, Cumhurbaşkanı, eğer çok şahit yoksa, kameralar çekmediyse üstü kapatılır. Hatta kameralar çekmiş olsa bile bir şekilde izah edilir ve olayın üzeri kapatılabilir. Şu anda halen eşitlik yok. Evrensel insan hakları beyannamesine imza atılmış olsa bile hakikatte tatbik edilmiyor. Çünkü insan Allah'ın gördüğünü, Allah'ın bildiğini unutmuş vaziyettedir. Allah'ın her şeyi gördüğünü, bildiğini, yazdığını ve sonra hesabını vereceğini unutmuş, sadece bu dünyayı düşünüyor. ‘Bu dünyada örtbas ederim kimse bilmez, kimse de konuşamaz olur biter’ diye düşünüyor. Halbuki Allah var. İşte insanoğlu Allah'ı unutunca böyle oluyor.

İslam'ın ya da Kur'an'ın insanoğluna kazandırdığı bir de adalettir. Hazreti Ömer Radıyallahu Anhu zamanında bir mısırlı Medine'ye gelmiş “Ya Emir-el Müminin, senin tayin ettiğin valinin oğlu bana zulmetti, beni dövdü. Valinin oğlu ‘yarış yapalım’ dedi, yaptık. Ben kazanınca ‘ben valinin oğluyum, sen kimsin?’ dedi ve beni dövdü. Halbuki yarış yapmıştık, yarışta herkes kazanabilir. Yarışta vali, vali oğlu, başbakan oğlu olmaz. Ben de ona bir şey yapamadım. Çünkü valinin çocuğu, bir şey yapsam bana daha çok zulmedecekler. Ben de sana geldim, halife sensin adaleti sağlamak senin vazifendir. Hz. Ömer, Valiye derhal ‘Çocuğunu da al gel’ diye mektup yazıyor. Vali çocuğunu alarak geliyor ve olayın doğru olduğu ortaya çıkıyor. Hz. Ömer tarafları konuşturuyor. Hz. Ömer olayın doğru olduğunu anlayınca o Mısırlıya diyor ki; “Kalk, seni döveni döv” o da kalkıyor iyice bir dövüyor. Hatta bu olayı bize anlatan raviler, sahabenin şöyle dediğini söylüyorlar: “Sahabeden bazıları o valinin oğlu dövülmeye başladığında hoşlarına gitmiş ve demişler ki ‘Adalet yerini bulsun. Biz böyle bir ümmetiz, biz böyle Müslümanlarız. Vali, vali oğlu dinlemeyiz. Biz bunu dünya âleme göstermeliyiz ki tüm valilere de ders olsun. Enes gibi sahabeden bazıları sevindik’ diyorlar. Ama o mısırlı öfkeden o kadar dövmeye başlamış ki sahabe ‘artık biz çocuğa acımaya başladık ve yeter artık demek zorunda kaldık’ diyorlar. Yani bu kadar dövmüş, intikamını almış. Hatta Hz. Ömer bununla da yetinmemiş demiş ki: “Bir de babasına vur.” (Yani Valiyi döv) Mısırlı adam demiş ki: “Ya Emir-el Müminin babası beni dövmedi ki? Ben ondan şikayetçi değilim” diyor. Peki Hz. Ömer neden babasına da vurmasını istiyor? Çünkü bu çocuğun bu suçu işlemesi, babasına güvenmesidir. Baba baba olacaktı da çocuğunu böyle şımartmayacaktı. Evet belki vali dövdürmedi, kabahati yok. Ama dolaylı olarak bu çocuğa terbiye verseydi ‘oğlum bak benim oğlum da olsan kimseye zulmetme, haksızlık yapma, cezanı veririm. Bana güvenme, ben adaletliyim, gereken cezayı veririm’ diyerek çocuğunu eğitseydi, çocuk böyle olmayacaktı.

Sunucu: Mesele Hz. Ömer'e bile gelmezdi.

Alparslan Kuytul: Evet. Şimdi burada neyi görüyoruz? O günün dünyasını şöyle bir düşünelim: İslam'dan evvel böyle bir şey mümkün mü? Yani bir valinin çocuğu birini dövecek ve ona bunun hesabı sorulacak? Bu mümkün değil, eşitlik diye bir şey mümkün değildi. Mesela şu an dünyada eşitlik prensibi kabul edilmiş. Bu zamanda ‘eşitlik diyebilirsiniz, konuşabilirsiniz’ diyorlar. Ama devlet memur olmak için bir imtihana girdiyseniz orada bile eşitlik yok. Yani ‘herkes eşit olarak imtihana girdi, aynı sorulara cevap verdi’ demek için yapılıyor. Bir de mülakat var, mülakat neyin nesi? Mülakatta istediği adamı alıyorlar. Yani siz yazılıda 100 alsanız, mülakatta 0 veriyor ve sizin puanınız 50'ye düşüyor.

Sunucu: Türkiye birincisi atanamıyor hocam.

Alparslan Kuytul: Türkiye birincisi atanamıyor. Diğer taraftan imtihanda belki 50'yi zor almış 60'ı zor almış adama mülakatta 100 veriliyor ve 80 ile imtihanı kazanıp memur oluyor. Şimdi bunun neresi adalet, neresi eşitlik? İnsanoğlu bu zamanda eşitliği savunuyor ama esasında eşitlikte yok, adalet de yok.

Bu anlattığım olaya benzer Hz. Ali'nin de başından geçen bir olay var: Hz. Ali halifeliği sırasında bir gün kendisinin kaybettiği zırhı bir Yahudi de görüyor. (Bir rivayete Yahudi bir rivayete göre Hristiyan'dır.) Hz. Ali zırhını bir Yahudi ya da Hristiyan da görüyor ve “Bu benim, ben kaybetmiştim bunu arıyordum.” O da ‘benim’ diyor. Hz. Ali: “O zaman mahkemeye gidelim. Hz. Ali'nin tayin ettiği hâkim kadı Şureyh, iki tarafı da dinliyor ve Hz. Ali'nin aleyhinde hüküm veriyor. Hz. Ali “Bu benim zırhım” Hâkim “Bir delilin, bir şahidin var mı?” diyor. Hz. Ali “Oğlum Hasan var, bir de azatlı bir kölem var” diyor. Hâkim “Azatlı köle kabul ancak oğlun kabul olmaz, iki tane şahit lazım” diyor. Hz. Ali diyor ki: “Sen benim oğlumu şahit olarak kabul etmiyor musun? Benim oğlum Hasan, Peygamberimiz onun hakkında ‘cennet gençlerinin efendisi’ dedi, sen bunu bilmez misin? Hâkim diyor ki: “Evet biliyorum, ancak sen bana böyle öğretmedin mi, çocuk babasının lehine şahitlik yapamaz. Ben senden böyle öğrendim.” Hz. Ali gülüyor ve “Aferin, tamam benim başka şahidim yok, vereceğin hükme razıyım” diyor. Hâkim Hz. Ali'nin aleyhinde hüküm veriyor. Mesela şimdi Cumhurbaşkanının aleyhine hüküm vermek mümkün mü? O hâkim aynı anda kendisini Türkiye'nin bir ucundan bulur ve ondan sonrada damgayı yer. Çünkü şu anda damga vurmak çok kolay. Hz. Ali hükme razı oluyor, tamam diyor. O Yahudi ya da Hristiyan olan kişi, önce şunu söylemiş: “Ben Hz. Ali yalan söylüyor, demiyorum. Koskoca halife bir zırh için yalan mı söyleyecek? Ama bu benim zırhım. Ben ona yalancı demiyorum ama hâkim onun lehinde hüküm veriyor.

Mal kimin elinde ise onundur, benimdir diyen başka birisi varsa ispat etmek zorundadır” diyor. Yani mal kimin elinde ise o ispat etmek zorunda değil, benimdir diyenin elinde olmadığına göre ispat etmek zorundadır. “Delil getirmek iddia makamına düşer.” Şimdi iddia makamı getirmese de yine hakimler bizi mahkûm ediyorlar. İddia makamının zerre kadar delili yok ama bir sürü insan hapislerde sürünüyor. Koskoca halifenin aleyhine hüküm veriliyor ve Hz. Ali mahkemeyi kaybediyor. Yahudi ya da Hristiyan bu adaleti görünce hayran kalıyor. “Koskoca devlet başkanı benimle mahkemeye geliyor, benimle mahkemelik oluyor ve tayin ettiği hakim onun aleyhinde hüküm veriyor. Bu nasıl bir medeniyet, bu nasıl bir din, bu nasıl bir toplum, bu nasıl bir eğitim? “La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” diyor ve iman ediyor. Sonra bu zırh senin Ya Emir-el Müminin, diyor. “Ben çalmadım. Sen onu düşürmüştün, ben de yerden aldım” diyor. Aslında kendisi suçlu, götürüp vermesi lazım ama onu yapmamış. Ama ben çalmadım, sahipsizdi ben de aldım, aslında bu senin benim değildi. Hz. Ali zaten kendi zırhını tanıyor. Yani “İnsanın malı yüzüne güler derler” Hz. Ali bakınca hemen tanıyor ama hâkimin kararı yanlış olduğu halde kararına da razı oluyor. Çünkü hâkim kanuna uygun davranıyor. Hz. Ali Yahudi’yi takdir ediyor “Bu zırh sana hediyem olsun. Madem ki sen doğruyu kabul ettin, itiraf ettin ve Müslüman oldun, senin olsun” diyor ve bir rivayete göre üzerine bir de para veriyor. Başka bir rivayete göre de ‘at’ hediye ediyor. İşte İslam'ın hâkim olduğu toplumda böylesi bir adalet var. Kur’an-i değerlerin hâkim olduğu toplumlarda bu güzel örnekleri çoğaltabiliriz.

6. Kardeşlik ve yardımlaşma konusu çok fazladır. Bunların dışında Kur’an-i değerler elbette çok fazladır. Ama hepsini bir defada bitirmek mümkün değildir. Tarihe baktığımız zaman Kur'an'ı değerlerle meydana getirilmiş olan medeniyeti gördüğümüz zaman meseleyi daha iyi anlayacağız.

Sunucu: Hocam, sizi dinlerken sanki Kur’an-i değerler hayattaymış gibi gezintiye çıktık. Aslında toplum olarak hem o ırkçılıktan uzak hem adaletin gerçekleştiği bir hayatı gerçekten ne kadar özlemişiz. Özellikle ırkçılığa (sadece ülkemiz için söylemiyorum başka toplumlarda da), adaletsizliklere şahit olduğumuz şu zaman diliminde ne kadar özlem duyduğumuz şeylerin olduğunu ben bir kez daha anlamış oldum.

Sunucu: Alparslan Kuytul Hoca Efendi ile hasbihal programında" Kur'an'ı değerler ile hayat" konusunda hocamıza sorularımız oldu, aslında konuyu tam olarak bitiremedik. Önümüzdeki hafta da inşallah Ramazan ayını konu alan bir program gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Verilen tarihlere göre ilk oruç, inşallah cuma gününe denk geliyor. Ramazan ayının 1. Günü oluyor.

SORU 5: Bugün bir hayatın Kur’an-i değerler ile yaşanabilmesi için, ne yapmamız gerekir?

Öncelikle Allah'a, Kur'an'a, Peygamberimize bakışın değiştirilmesi gerekir. Yani insanlar Allah'ı sadece yaratıcı, rızık vereci, kâinatı idare eden ama insanları başıboş bırakmış olan bir ilah olarak gördükleri müddetçe Kur’an-i değerler ile bir hayat yaşayamayız.

Allah Azze ve Celle’ye Bakış Nasıl Olmalıdır?

Allah, otorite sahibidir ve bizlere hayatımızın her alanını ile ilgili değerler göndermiştir. Yani Allah Azze ve Celle sadece namazı, orucu gönderen, ibadet ve ahlak esaslarını gönderen bir Allah değil, tüm hayatımıza karışan bir Allah’tır. Böyle bir Allah'a iman gerçekleşmedikçe, hayatımız insanların dediği gibi olur, Allah'ın dediği gibi olmaz ve olmamaya da devam eder. Yani biz öncelikle Allah'ı koymamız gereken yere ve makama koymalıyız.

Allah, otorite sahibidir, Allah kanun koyan ve tüm hayatımıza karışandır, Hayatımızın her alanıyla ilgili kriterler koymuştur. Öncelikle bunları kabul etmeliyiz. İşte o zaman, O’nun koyduğu bütün kriterleri kabul etmemiz kolay olur. Allah Azze ve Celle’nin koyduğu bütün değerleri, gönderdiği hükümleri kabul ederiz ve o zaman hayatımız Kur'an'i değerlere göre olur.

Eğer Allah'ı sadece ibadet edilen, şekilsel ibadetlerin kendisine yöneltildiği, ahlakın öğrenildiği bir ilah olarak görür, hayatımızın her alanına karışan bir Allah olarak görmezsek, Allah Azze ve Celle’yi tam manasıyla kabul etmiş olamayız. Allah Azze ve Celle’yi hayata dair, devlet ile ilgili, toplum ile ilgili, şahıs ile ilgili, ticaret ile ilgili, aile hayatımız ile ilgili yani bir hayatın içerisinde ne varsa her alan ile ilgili hükümler koymuş olan bir Allah olarak görmediğimiz müddetçe hayatımızda Allah olmayacaktır.

İnsanlar Allah'ın yetkilerini sınırlandırıyor; Allah bize ibadeti emredebilir, ahlakı emredebilir ama sanki gündelik hayatımıza karışmaz, devlete karışmaz, hangi suça nasıl ceza verileceğine karışamaz, nasıl giyinip nasıl giyinmeyeceğimize, parayı nasıl kazanıp nasıl harcayacağımıza, ne yiyip neyi yemeyeceğimize karışmaz. Yani ailemize karşı, topluma karşı nasıl olacağız, toplumda hangi kanunlar yürürlükte olacak bunlara karışmayan bir Allah anlayışı var. Bu anlayış değişmediği müddetçe, Kur’an-i değerler ile bir hayat olmaz.

Kur’an-i değerler ile bir hayatın olması için Allah'ın hükmeden bir Allah olduğu, değerler gönderen, kanunlar gönderen bir Allah olduğu anlayışının yerleşmesi şarttır. O yüzden Kur’an-ı Kerim Tin suresi 8. ayette “Allah hükmedenlerin hâkimi değil midir?” Yani Allah, hükmedenlerin en güzel hükmedeni, hakimler hâkimi değil midir?

Siz insanlara kanun koyma yetkisi veriyorsunuz ama Allah'a vermiyorsunuz? Hayatınıza insanlar karışıyor ama Allah Azze ve Celle karışmıyor? Yetki verdiğiniz insanları Allah'tan daha mı üstün görüyorsunuz? Eğer kanun yetkisini onlara verirsek o zaman hayatınız onların dediği gibi olur, onların koyduğu değerlere göre şekillenir. Allah'ın gönderdiği esaslara göre şekillenecek ki huzur gelsin. Çünkü Allah hata yapmaz ama insanlar hata yapar. Allah geleceği bilir ama insanlar geleceği bilmez. İnsanlar bir kanun koyar, yanlış sonuçlar verir. Çünkü insanlar geleceği bilemezler ama Allah Azze ve Celle bilir. Allah insanı tanıyandır, Allah kâinatı tanıyandır ve Allah geleceği bilendir. Onun için Allah Azze ve Celle asla yanlış yapmaz. Allah Azze ve Celle’nin ilmi sonsuzdur. O yüzden yanlış yapmaz. Bunu kabul etmedikçe Kur'an'ın değerlerine sahip çıkmayız, Kur’an-i değerlere göre bir hayatı zorunlu görmeyiz. Yani Kur'an'ı değerlere göre bir hayatı zorunlu görmek için öncelikle Allah'ın ilminin sonsuz olduğunu kabul etmek lazım. Allah'ın yanlış yapmayacağını, insanların ise ilminin az olduğunu ve hata edeceğini peşinen kabul etmek gerekir. ‘Allah'tan başka bir ilah, bir otorite tanımıyorum’ demek gerekir. Aksi halde insanlara otorite olarak kabul ederiz ve o zaman hayatımızda da insanların koyduğu değerler hâkim olur.

İnsanların koyduğu değerlerin yanlışlıkları görülmüştür. Mesela bugün madde, manadan üstün, kanunlar Kur’an-i değerlere göre değil. Halbuki Kur’an-i değerlere göre; mana, maddeden üstündür. Kur'an'ı değerlere göre ruh, cesetten üstündür. Ama bugün tam tersi hakimdir. İnsanlar ruhu ihmal etmişler, bütünüyle cesede çalışmaktadır. Bedeni arzularını yerine getirmekten başka bir amaçları kalmamıştır. Halbuki insanın ruhu, bedeninden üstündür. İnsanı insan yapan Allah'ın ruhundan üflemesidir. O yüzden ruh, cesetten daha şereflidir. Ama Kur'an'ın değerleri kaybolunca madde manaya üstün tutuldu. Peygamberimiz bir hadiste buyuruyor ki: “Kişi dinini ve dünyasını ancak para ile ayakta tutabilecek, altını gümüşü [parası pulu] olmayan rahat edemeyecek.” [Taberani] Başka bir hadiste: “İnsanın bütün kaygısı midesi olacak, şerefi mal, kıblesi kadın, dini para olacak.” [Sülemi] Yani Kur’an-i değerler kaybolacak. Kur'an'a göre ne insanlara göre ne önemli hale gelmiştir? Bir zaman gelecek insanların en çok önem verdiği mideleri, malları mülkleri, şerifleri olacaktır. Onlara göre ne kadar mal, o kadar şeref demektir. Kıbleleri kadınları olacak. Adeta kadınlara tapacaklar. Aslında burada mesele kadın değil şehvettir. Şehvetlerine tapacaklar ve dinleri imanları da paraları olacak. Kur’an-i değerleri kaybedecekler. Peygamberimiz böylelerinde zerre kadar hayır olmadığını söylüyor. En çok önem verdikleri mideleri olacak. Yani madde, manadan önemli görülüyor.

Sunucu: Bu hadis ile Peygamberimiz, Kur'an-i değerlerden uzaklaşmış insan modelinin nasıl olacağını gösteriyor.

Alparslan Kuytul: Kur'an'ın değerleri dışında değerler ile bezenmiş bir toplum, işte böyle bir toplum olur. Biz Kur’an’ın değerleri dışında değerler ile bezenmiş bir toplumda yaşıyoruz. Gerçekten insanların en çok önem verdikleri mideleri olmuştur. İnsanlar sürekli yiyorlar, sonra da ‘nasıl kilo veririm’ derdine düşüyorlar. Şerefleri mallarına göre, kıbleleri şehvetleri olmuş, kadınları olmuş. Yani insanlar basitleşmiş, değerleri düşmüştür. Yemeğe, şehvetlerine, paraya, mala çok değer veren insan düşük insandır. Bunun değiştirilmesi evvela Allah'ı tek otorite olarak görmek ile mümkündür. Allah neye değer veriyorsa; o değerlidir, Allah neyi haram kılıyorsa; o haramdır, neyi farz kılıyorsa; o farzdır. Çünkü Allah, ilahtır, tek otoritedir. O’nun yapın dediği yapılmalı, yapmayın dediğinden kaçınılmalıdır. Evvela “La ilahe illallah” Allah'ı tek otorite olarak görme prensibi kabul edilecek ki Kur’an-i değerler topluma yerleşsin. Yoksa başka değerler toplumu kuşatır. Yani kâinat boşluk kabul etmez. Eğer bir yerde boşluk varsa ve Kur'an'ın değerleri hâkim değilse; orada insanların değerleri hâkim olacaktır. Bunun sonucunda dünya çok kötü bir noktaya gelmiş, İnsanlar insanlıktan çıkmış, hayvanların yapmadığını yapar hale gelmiştir.

Kur’an-i değerlerle olan bir hayatın yaşanabilmesi için önce Allah'a imanın düzeltilmesi gerekir. Sadece yaratıcı, rızık veren ve kâinatı idare eden bir Allah değil, dünyayı idare eden insanları da idare eden bir Allah anlayışı hâkim olmalıdır.

Kur’an’a Bakış Nasıl Olmalıdır?

Allah’a bakışın değişmesi gerektiği gibi, Kuran’a bakışın da değiştirilmesi gerekir. Kur'an sadece Allah kelâmı, ibadet ve ahlak kitabı olarak görülüyor. Böyle olduğu müddetçe Kur’an-i değerlerle yaşamak mümkün değildir. İbadet ve ahlak başka bir şey yok. Biz dünyadayız. Eğer Kur’an dünyaya dair bir şey içermiyorsa o kitaba göre bir hayat mümkün olabilir mi? Kur'an'a böyle bakmalıyız ki; doğumumuzdan ölümümüze kadar, devlet idaresinden aile idaresine kadar, işyeri idaresine kadar, şahsi hayatımızdan devlet hayatına, toplumsal hayatımıza varana kadar her alanda kanunlar koyan bir kitap olmalıdır. Kur’an-ı Kerim savaş ve barış ile ilgili esaslar getiren hem ibadet hem ahlak ile ilgili esaslar getiren, gündelik hayatla ilgili esaslar getiren, din ve dünya işleri diye bir ayrımı kabul etmeyen bir kitaptır. İnsanlar din işleriyle ahiret işlerini ayırmış. Kur'an böyle bir ayrımı kabul etmez. Her meselede Allah'ın ve Rasulünün koyduğu bir hüküm vardır ve ona uymak gerekmektedir. Allah ve Rasulünün hüküm koymadığı bir mesele yoktur. Ya doğrudan doğruya hüküm koymuştur ya da dolaylı olarak hüküm koymuştur. Ulema orada kıyas yapmak suretiyle o hükmü diğer meselelere de şamil kılar. Aynı hükmü ona benzeyen diğer meselelerde de uygular, böylece Kur'an bütün hayatımızın her alanına dair hüküm koymuş olur. Yani Kur’an-ı Kerim böyle görülmesi gereken bir kitaptır. Sadece ibadet, ahlak anlatan bir kitap değil, insani ve ahlaki değerleri yerleştiren, hayata hükmeden, hayata müdahale eden bir kitaptır. Dolayısıyla Müslümanların her meselede Rabbim ne buyuruyor diye başvurduğu bir kitap olmalıdır. Bu konuda Kur'an'ın ya da Peygamberimizin hükmü nedir? diye bakılacak olan bir kitaptır.

Peygamberimize Bakış Nasıl Olmalıdır?

Peygamberimize de aynı şekilde bakılmalıdır. Allah’a bakış, Kur'an'a bakış ve Peygambere bakış değiştirilmelidir. Peygamberimize nasıl bakılmalıdır?

Sadece ibadet- ahlak öğreten, sürekli namaz kılan, tesbih çeken bir peygamber olarak değil, aynı zamanda devlet idare eden, savaşlarda komutanlık yapan, topluma yön veren, her alanda hükümler koymuş olan, Kur'an'ı beyan eden, Kur'an'da olan hükümleri açıklayan, olmayan hükümleri koyan, helalleri haramları tayin eden bir Peygamber olarak görülmelidir. Peygamberimizin Kur'an'da olmayan helal ve haramları da tayin etme yetkisi vardır. Devlet idare etmiş her şeyi Kur'an'ın gösterdiği şekilde yapmış örnek bir insandır. Yani yürüyen Kur'an’dır. Bu şekilde baktığımız zaman Peygamberimize doğru bakmış oluruz. O zaman Kur'an'a, sünnete uygun değerlerle yaşamış oluruz. Aksi halde hayata bağlı kalacağımız değerleri, esasları Kur’an’dan, sünnetten almadığımız takdirde başkalarından alırız. Peygamberimiz bu hususta çok hassastır. O yüzden ‘başkalarına benzemeyin’ buyuruyor.

Mesela “Ehli kitap sakalını keser bıyığını uzatır, siz bıyığınızı kısaltın, sakalınızı uzatın” buyuruyor. (Bir veya iki Mecusinin sakalını tıraş edip bıyıklarını uzatma gerekçesini, “Benim/bizim Rabbim(iz) -Kisra- böyle emretti.” demelerine mukabil, Hz. Peygamber (asm) da: “Benim Rabbim de bana sakalımı uzatıp bıyıklarımı kısaltmamı emretti.” diye cevap verdi. [bk. Taberi, Tarih, Beyrut, 1387, 2/654-656; “İbn Hacer, el-Matalibu’l-Aliye (benzer ifadelerle), Daru’l-Asıma, 1419, 10/381;  İbn Kesir, el-Bidaye Ve’n-Nihaye, 4/307])  Yani onlara benzemeyin diyor. Kendisi yeni değerler ya da esaslar koyuyor. Sadece sakal meselesi değil, her alanda böyledir. Peygamberimiz, başkalarına benzememiz hususunda çok hassastır ve bizim de hassas olmamızı istiyor.

Yevmu’ş-Şek (Şek Günü)

Ramazan ayı geliyor, bir hafta sonra Ramazan. Haftaya perşembe günü yevmu’ş-şek, şüpheli gündür. Ramazan’ın ilk günü mü? Çarşamba’yı perşembeye bağlayan akşam güneş battıktan sonra Hilal görülebilir, uygun yerlerden, yüksek yerlerden görülürse demek ki perşembe günü Ramazan’dır. Görülmezse o zaman Şaban’ı 30'a tamamlıyoruz ve ondan sonraki gün 31 olamayacağı için otomatik olarak Ramazan’a başlamış sayıyoruz. Yevmu’ş-şek gününde; Ramazan mı yoksa Şaban'ın son günü mü belli olmayan o günde Ramazan niyeti ile oruç tutmak mekruh kabul ediliyor. Neden? Ehli kitaba benzememek için, ehli kitap orucu bozdular, eklediler ve çıkardılar. Peygamberimiz bundan korkuyor. O yüzden yevmu’ş-şek de oruç tutulması men edilmiştir. Ramazan değilse mesela Şaban'ın son günü ise ve oruç tutmuşsanız Ramazan'a bir gün ilave etmiş olacaksınız. Ramazan'a bir gün dahi ilave etmeyelim diye Ramazan niyeti ile oruç mekruhtur. Ama öyle tutmak isterseniz bu sene perşembeye denk geldi zaten normalde ‘perşembe günleri oruç sünnettir’ o zaman Ramazan'a eklemiş olmuyor ve nafile olarak tutulmuş oluyor. Burada da Peygamberimiz ehli kitaba benzememe hususunda çok hassas davranıyor.

İslam Âleminde, Batı’nın Değerleri Hâkim Durumdadır!

Bugün İslam aleminde, batının bütün hayat değerleri kabul edilmiş vaziyettedir. İdeolojilerine varana kadar, Batılı hayat tarzını aldık. Önce onlardan maddi şeyleri aldık, batının ahlaki ve insani değerlerini almayacağız, teknolojiyi, bilimi, kültürlerini alacağız dedik ama hepsini de aldık. Önce maddi şeyleri, ondan sonra kültürleri, sanatları, hatta adetlerinin bir kısmını, sonra kanunlarını, insani ve ahlaki değerlerini ve en sonda da onların ideolojilerini aldık. İnsani ve ahlaki değere bir misal vereyim; mesela İslam'da zina haramdır. Bu ahlaki değer değiştirildi ve zina serbest oldu. Şu an zina serbest. İslam'a göre nikahsız kadın ve erkeğin flörtü haram ve bu namusa aykırıdır. Batılı hayat tarzı bu ahlaka aykırı bir durum değil ve şu anda batının değeri hâkim durumdadır. Hani biz Müslümandık? Ama biz Batılı hayat tarzını, batının değerlerini kabul ettik.

Sunucu: Hocam, Lgbt dizilere kadar girmeye ve özgürlük olarak değerlendirilmeye başladı.

Alparslan Kuytul: Evet, bu özgürlük değil ki? O zaman bir insan, erkek olduğu halde ‘kadın olacağım, kadın gibi davranacağım’ derse bu, insanın fıtratının değiştirilmesidir ve İslam’ın ahlaki değerine aykırıdır. ‘Efendim işte özgürlük’ diyorlar. Hayır, bu özgürlük değildir. O zaman mesela biri diyebilir ki ‘ben eroin içmek istiyorum, bu da benim özgürlüğüm’ O zaman eroin, hırsızlık neden yasak? O zaman o da serbest olsun. Adam ‘ben hırsızlık yapmak istiyorum, bu benim özgürlüğüm’ diyebilir, başka biri adam öldürmek istiyor ‘bu benim özgürlüğüm’ diyebilir. Sonuç olarak; her türlü özgürlük kabul edilemez. Özgürlüğün kabul edilmesi için, insani ve ahlaki değerlere aykırı olmaması lazım. Bu, insani ve ahlaki değerlere uygun değildir.

Batının her şeyini sırayla aldık, en sonunda ideolojilerini de aldık. Onların ideolojileri; gerçek dinleridir. Yahudilik, Hristiyanlık zaten gerçek olmayan dinleridir. Ona göre de yaşamıyorlar. Zaten Hristiyanlığın şeraiti yok, Hristiyanlık hayata karışmıyor. Hayatın dışında, kilisede olan, kulla Tanrı arasında olan bir inançtan ibarettir. İbadetleri bile yok. Pazardan pazara gidersen iyi olur, gitmezsen de bir şey olmaz. Ne namaz ne zekât ne oruç ne Hac var. Yani hayata hiç karışmayan, ibadetleri bile olmayan, şeriatsız farzları ve haramları olmayan bir din. Bunların gerçek dini, hayatlarına karışan ve şu anda hayatlarında geçerli olan din, aslında ideolojileridir. Laiklik, demokrasi, kapitalizm bunlardır. Biz bunu da almadık mı? Şu anda kapitalist bir düzen, laik bir düzen, demokrat bir düzende yaşıyoruz. Demokrasi de gerçekte yok, sadece lafta aldık. Hani biz Müslümandık, hani biz Kur’an-i değerlerle yaşayacaktık? Fakat şu an Batının değerleri ile yaşıyoruz.

Allah'ı koymamız gereken yere koymayınca, Kur'an'ı koymamız gereken yere koymayınca Kur’an-i değerlerle bir hayat yaşayamadık. Yani doğru bir Allah anlayışı, doğru bir Kur'an anlayışı ve doğru bir peygamber anlayışı yok. Allah Azze ve Celle Kur'an ve peygamber hükmedendir, hayata karışandır. Allah, Peygamberimiz ve Kur'an, insani ve ahlaki değerler koyar. Meseleye böyle bakmayınca Kur’an-i değerlerle bir hayat mümkün olmuyor. Kur'an'a ibadet ve ahlak kitabı olarak bakılıyor, hayatın her alanına karışan bir kitap olarak bakılmıyor. Eğer bugün yeniden Kur'an'ın hâkim olduğu bir medeniyet Kur’an-i değerlerle bir hayat istiyorsak evvela bu yanlış anlayışın düzeltilmesi gerekir.

Hayatımıza hükmeden bir Allah, hayatımıza hükmeden bir Kur'an, hayatımıza hükmeden bir Peygamber anlayışına sahip olmak zorundayız. Böyle nesiller yetiştirmek zorundayız. Yoksa bizim hayatımıza Batı hükmediyor, nefsimiz, şeytan hayatımıza hükmediyor, liderler hayatımıza hükmediyor. Niye bunlar Allah'tan daha mı iyi?  Onların hayatımıza hükmetmesine razı oluyoruz ama Allah'ın hükmetmesine razı olmuyoruz. Neden?

Allah'ın gönderdiği esaslarla Kur'an-i bir hayatın çok zor olacağını mı zannediyoruz? Tam tersine, Kur’an-i değerler hayatı kolaylaştırır, Kur'an'a aykırı değerler, hayatı zorlaştırır. Kur'an'a uyanın hayatı kolaydır, daha huzurludur ve belalardan, kötülüklerden korunur. Kur'an'a uymayan bir hayat aslında zor bir hayattır. Sıkıntılı bir hayattır, sıkıntısı bitmez. Yani hangi harama girerseniz mutlaka bedelini ödersiniz. O halde insanların Kur’an-i değerlerden korkmasına gerek yok. Kur'an-i değerler hayatı zorlaştırmıyor, kolaylaştırıyor.

Kur'an-ı Kerim Bakara 185. Ayette “Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez” buyuruyor. Allah'ın gönderdiği hükümler hayatınızı kolaylaştırır, zorlaştırmaz. Korkmayın! Fasıkça bir hayat müttakice bir hayattan daha zordur. Günahkar bir hayat, takva sahibi insanların hayatından daha zordur. Onun için insanların korkmasına ‘ben Müslümanca yaşarsam, hayatım çok zorlaşır’ diye düşünmesine gerek yoktur. Kur’an-i değerlerle hayat insanın şerefine uygun hem güzel bir hayattır hem de hayatı kolaylaştırmaktır. Kolay bir hayattır. Bunu anlamalıyız ki ona dönüş yapalım.

Tamamını izlemek için;

https://www.youtube.com/watch?v=Vw_me16ipTo