04 Oca 2015
NİMETLERE ŞÜKÜR Şükür, çok kıymetli, yüksek bir mertebedir. Bunun için Allahü teâlâ, (Şükredenler azdır) buyurdu. Sevgili Peygamberimiz de buyurdu ki: (Ni'met, yabani bir kuştur. Ayağını şükürle bağlayın, uçup gitmesin!) Şükrü, çeşitli şekilde tarif etmişlerdir: Şükür, Allahü teâlâya, verdiği ni'metleri ile âsi olmamak, yani Hakkın ni'metini O'nun razı olmadığı şeylerde kullanmamaktır. Ni'meti Allahü teâlâdan görmek, kendini şükürden âciz bilmek, şükürdür. Allahü teâlânın ni'metlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim, Peygamber Efendimiz buyurdu ki; (İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez. Allahü teâlânın ni'metlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise ni'mete küfürdür. Birlik rahmet, ayrılık azaptır). Kul, Allahü teâlânın ni'metlerini düşünür, şükrünü kendine lâzım bilirse, «Elhamdülillah» derse, ni'mete şükretmiş olur. Şükrün kısaca tarifi, İslâmiyetin emirlerine uymaktır. Kur'ân-ı kerîmde: (Şükrederseniz, elbette size ni'metimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz azabım çok şiddetlidir) buyurulmaktadır. Demek ki, şükür, din ve dünya ni'metlerinin artmasına sebep olmaktadır. Ni'met umûmi olunca, insan bunları görmez ve ni'metin kıymetini bilmez. Bir ni'metin kıymetini, ni'mete kavuşmayana sormalıdır. Gençliğin kıymetini yaşlananlar, sıhhatin kıymetini hastalar, rahatın kıymetini, sıkıntı içinde olanlar, zenginliğin kıymetini fakirler, hayatın kıymetini ölüler bilir. Allahü teâlâ, (Sizlere, gizli açık nimetler verdim) buyuruyor. Açık ve gizli ni'metin ne olduğu hakkında ise hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: (Açık ni'met, her uzvu düzgün, güzel yaratılmış olmak, gizli ni'met ise güzel ahlâktır.) Şükür; kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, îmân etmekle olur. Dilin şükrü, Allahü teâlâyı hatırlayıp söylemektir. Bütün bedenin şükrü ise, namaz kılmak ile yapılmış olur. Ayrıca kalb ile şükür, herkes için iyilik istemektir. Dil ile şükür, nı'meti değil, ni'met sahibini görerek şükrünü açıkça ifade edip «Elhamdülillah» demektir. Beden ile şükür ise, bütün uzuvları Allahü teâlânın bir ni'meti bilmek ve ne için yaratılmışsa o işte kullanmaktır. Ni'meti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükür yapılmış olur. Şükrün îmânla alâkası bulunmaktadır. Şükür, îmânın yarısıdır buyurulmuştur. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Yemek yiyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir.) (Kıyamet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkamaz.) Dâvûd aleyhisselâm, Allahü teâlâya münacaât etti: - Yâ Rabbi, Âdem aleyhisselâma sayısız ikram ve ni'metlerde bulundun. O sana nasıl şükretti? - Ey Dâvûd, Âdem aleyhisselâm, bütün bu ikramların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabul ettim. Sevgili Peygamberimiz şöyle bildiriyor: (Benî İsrailde çok ibâdet eden biri vardı. Beşyüz yıl ibâdet etmişti. Deniz ortasında bir adada bulunuyordu. Allahü teâlâ ona tatlı su çıkarmıştı. Bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Abidin duası üzerine Allahü teâlâ ruhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde halindedir. Kıyamet günü, bu âbid diriltilir. Allahü teâlânın ihsanı ile mi, yoksa beşyüz yıllık makbul ameliyle mi Cennete girmek istediği sorulur. Âbid, "Ben amelimle Cennete girmek isterim" der. Melekler, beşyüz yıllık kabul olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sadece bir gözün şükrünü bile eda edemediği meydana çıkar. Melekler, Cenâb-ı Hakkın emriyle Cehenneme götürürler. O zaman âbid der ki: - Yâ Rabbi beni fazlın ve ihsanınla Cennete koy! - Ey kulum seni yoktan kim yarattı? - Sen yarattın, yâ Rabbî! - Senin yaratılışın, kendin tarafından mı oldu, yoksa benim ihsanım ve rahmetimle mi oldu? - Senin rahmetinle oldu, yâ Râbbî! - Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defa meyva veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra ruhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı? - Sen yaptın, yâ Rabbî! - Benim rahmetim ve fazlım ile Cennete gir!) RÜYADAKİ ZELZELE Şehir azgın sulara kapılmış küçük bir tekne gibi sallanmaya başladı. Sokaklarda, meydanlarda kalın bir toz tabakası; gökte kara kara bulutlar peydahlandı. İnsanlarda telâş ve korku doruğa çıkmıştı. Kimi mal, kimi can, kimi evlât derdine düşmüş, ellerini dizlerine vura vura yüreklerinin en derin, en hassas noktalarından gelen korkuyla, "La ilahe illallah" diye bağırıyorlardı. Toprak insanların ayaklarının altında kayıyor, evler apartmanlar birbirine çarpıyordu. Caddenin sol tarafındaki meyhane bir anda taş yığınına dönmüştü. Hemen karşısındaki o milyonluk sinema salonundan sadece eğri büğrü demirler görünüyordu. İbret için mi, nedir, müstehcen bir filmin afişi en uzun demirin ucunda korsan bayrağı gibi dalgalanıyordu. Kalın bir kalasın altında feryat eden bir kız çocuğunu görmezlikten gelerek, kurtarmayan bir adam, darmadağın olmuş kuyumcunun mağazasının önünde durmuş, sağından solundan fırlayan tuğla ve taş parçalarını kolluyor, hem de ceplerini altınlarla dolduruyordu. Her nefes verişte ağzından çıkan bira kokusu, nefsinin kabarıp taşırdığı "zengin olmak" hırsına karışıyor, gözlerini hiçbir şeyi göremez hale getiriyordu. Nihayet o da ceplerinde çaldığı altınlarla birlikte ölümün karanlığına dalıverdi. Yeni bir sarsıntı sonunda yıkılan mermer direk kafasına çarpmıştı. Bu mahşeri günde sadece iki kişi enkazların arasına dalıyor, yaralıları, baygınları ve özellikle çocukları ellerinden, ayaklarından birlikte tutarak kurtarmaya çalışıyordu. İkisi de saatlerce dertlere derman, yaralara merhem olmak için çırpınmaktan terden su kesilmişlerdi. Şehrin ortasındaki yemyeşil parkta, bu korkunç zelzeleden kurtardıkları yüzlerce can ile sarmaş dolaş olmuşlardı. Şehir hâlâ un eleyen iki elin arasında gidip gelen elek gibi sallanıyor, insanların hayatı un gibi kara toprağın altına akarken, enkazlar kepek gibi üstte kalıyordu. Ali nasılsa bu felâketten kurtulmuş, küçük bir tepenin üzerinde olup bitenleri dehşet içerisinde seyrediyordu. Liseye yeni başlamıştı, ama artık okuması hemen hemen, imkânsız gibiydi. Böyle düşünüyordu. Aklına annesi geldi. Aklına babası geldi... Acaba saatlerce bir evin enkazından, diğer evin enkazına koşan o iki kişi annesi ile babasını da kurtarmışlar mıydı? Son defa şehre baktı. Kendi evleri dahil her yapı yerle bir olmuştu. Ama hayret. Bir okul ve bir de gökyüzüne füze gibi uzanan süt beyaz iki minare olduğu gibi duruyordu. Ve... Minarelerde müezzinlerin "Allahü Ekber, Allahü Ekber.." diye ikaz etmesi üzerine uyandı. Annesi başucundaydı ve merakla oğlunun yüzüne bakıyordu. - Ne oldu Ali? Niye korktun yavrum? Ali Kızılelma, yatağının üzerine oturdu. Annesine sarıldı. Çok korkunç bir rüya gördüğünü söyledi. Rüyasında zelzele olmuştu. Evler yıkılmış, insanlar ölmüştü, iki iyi insan, yaralıları, çocukları kurtarırken bir kötü insan da hâlâ altın peşinde koşmuş, çaldıklarını da şahit götürerek ölmüştü. Şehir tamamen yerle bir olduğu halde iki minare ile bir okul yıkılmamıştı. Ve minarelerde ezan okunuyordu, işte Ali bu ezanları dinlerken uyanmıştı. - Neyse dedi, Ali'nin annesi. Gördün ya, hepsi rüya imiş. Zelzele falan yok oğlum. Haydi uykuna devam et. Uzan da üzerini örteyim. Ali itiraz etti: - Şükürler olsun anne, zelzele yok, yok ama ezan okunuyor. Rüyada duyduğum ses işte bu sesti. Ben sabah namazına kalkacağım, üstelik cemâate yetişeceğim. Ali'nin annesi şaşırıp kalmıştı. Sevinç içinde ellerini oğuşturuyordu. - Kalk, dedi heyecanla, babana yetiş! Ali Bismillah deyip kalkmış, abdestini alarak sokağa çıkmıştı. Babasının peşinden cemâate yetişmek için yürüyorken, evlerin camlarına dikkat etti. Çoğunda ışıklar yanmıyordu. Eyvah! Bu ışıksız evlerde oturanlar namazın uykudan hayırlı olduğunu bilmiyorlardı… Camiye girince, göğsündeki yumruk kadar yüreği yaramaz bir çocuğun eline düşmüş serçe gibi çırpınmaya başladı. Ne büyük benzerlikti. Ulu Allah'ım, imâm, rüyasında enkaz arasında yaralıları ve çocukları kurtarmaya çalışanlardan biriydi. Az önce rüyasında gördüğü bu yüzü unutmak mümkün müydü? Hemen arkasındaki de ona yardım eden ikinci adamdı. Onu tanıyordu. Namazdan çıkınca,babasına yaklaştı. Merak ettiği ikinci adamı sordu: - Şu adam kim baba? Babası gözucuyla Ali'nin gösterdiği adama baktı. İsmini bilmiyordu. - Adını bilmiyorum oğlum, yalnız öğretmen olduğunu biliyorum. Yeni tayin olmuş iyi bir insan. Ali yıkılmayan okul ve minareleri hatırladı. İnsanları kurtarmaya çalışan yüzleri gözünün önüne getirdi yeniden. Gördüğü rüya için Allah'a şükretti. Şehir azgın sulara kapılmış küçük bir tekne gibi sallanmaya başladı. Sokaklarda, meydanlarda kalın bir toz tabakası; gökte kara kara bulutlar peydahlandı. İnsanlarda telâş ve korku doruğa çıkmıştı. Kimi mal, kimi can, kimi evlât derdine düşmüş, ellerini dizlerine vura vura yüreklerinin en derin, en hassas noktalarından gelen korkuyla, "La ilahe illallah" diye bağırıyorlardı. Toprak insanların ayaklarının altında kayıyor, evler apartmanlar birbirine çarpıyordu. Caddenin sol tarafındaki meyhane bir anda taş yığınına dönmüştü. Hemen karşısındaki o milyonluk sinema salonundan sadece eğri büğrü demirler görünüyordu. İbret için mi, nedir, müstehcen bir filmin afişi en uzun demirin ucunda korsan bayrağı gibi dalgalanıyordu. Kalın bir kalasın altında feryat eden bir kız çocuğunu görmezlikten gelerek, kurtarmayan bir adam, darmadağın olmuş kuyumcunun mağazasının önünde durmuş, sağından solundan fırlayan tuğla ve taş parçalarını kolluyor, hem de ceplerini altınlarla dolduruyordu. Her nefes verişte ağzından çıkan bira kokusu, nefsinin kabarıp taşırdığı "zengin olmak" hırsına karışıyor, gözlerini hiçbir şeyi göremez hale getiriyordu. Nihayet o da ceplerinde çaldığı altınlarla birlikte ölümün karanlığına dalıverdi. Yeni bir sarsıntı sonunda yıkılan mermer direk kafasına çarpmıştı. Bu mahşeri günde sadece iki kişi enkazların arasına dalıyor, yaralıları, baygınları ve özellikle çocukları ellerinden, ayaklarından birlikte tutarak kurtarmaya çalışıyordu. İkisi de saatlerce dertlere derman, yaralara merhem olmak için çırpınmaktan terden su kesilmişlerdi. Şehrin ortasındaki yemyeşil parkta, bu korkunç zelzeleden kurtardıkları yüzlerce can ile sarmaş dolaş olmuşlardı. Şehir hâlâ un eleyen iki elin arasında gidip gelen elek gibi sallanıyor, insanların hayatı un gibi kara toprağın altına akarken, enkazlar kepek gibi üstte kalıyordu. Ali nasılsa bu felâketten kurtulmuş, küçük bir tepenin üzerinde olup bitenleri dehşet içerisinde seyrediyordu. Liseye yeni başlamıştı, ama artık okuması hemen hemen, imkânsız gibiydi. Böyle düşünüyordu. Aklına annesi geldi. Aklına babası geldi... Acaba saatlerce bir evin enkazından, diğer evin enkazına koşan o iki kişi annesi ile babasını da kurtarmışlar mıydı? Son defa şehre baktı. Kendi evleri dahil her yapı yerle bir olmuştu. Ama hayret. Bir okul ve bir de gökyüzüne füze gibi uzanan süt beyaz iki minare olduğu gibi duruyordu. Ve... Minarelerde müezzinlerin "Allahü Ekber, Allahü Ekber.." diye ikaz etmesi üzerine uyandı. Annesi başucundaydı ve merakla oğlunun yüzüne bakıyordu. - Ne oldu Ali? Niye korktun yavrum? Ali Kızılelma, yatağının üzerine oturdu. Annesine sarıldı. Çok korkunç bir rüya gördüğünü söyledi. Rüyasında zelzele olmuştu. Evler yıkılmış, insanlar ölmüştü, iki iyi insan, yaralıları, çocukları kurtarırken bir kötü insan da hâlâ altın peşinde koşmuş, çaldıklarını da şahit götürerek ölmüştü. Şehir tamamen yerle bir olduğu halde iki minare ile bir okul yıkılmamıştı. Ve minarelerde ezan okunuyordu, işte Ali bu ezanları dinlerken uyanmıştı. - Neyse dedi, Ali'nin annesi. Gördün ya, hepsi rüya imiş. Zelzele falan yok oğlum. Haydi uykuna devam et. Uzan da üzerini örteyim. Ali itiraz etti: - Şükürler olsun anne, zelzele yok, yok ama ezan okunuyor. Rüyada duyduğum ses işte bu sesti. Ben sabah namazına kalkacağım, üstelik cemâate yetişeceğim. Ali'nin annesi şaşırıp kalmıştı. Sevinç içinde ellerini oğuşturuyordu. - Kalk, dedi heyecanla, babana yetiş! Ali Bismillah deyip kalkmış, abdestini alarak sokağa çıkmıştı. Babasının peşinden cemâate yetişmek için yürüyorken, evlerin camlarına dikkat etti. Çoğunda ışıklar yanmıyordu. Eyvah! Bu ışıksız evlerde oturanlar namazın uykudan hayırlı olduğunu bilmiyorlardı… Camiye girince, göğsündeki yumruk kadar yüreği yaramaz bir çocuğun eline düşmüş serçe gibi çırpınmaya başladı. Ne büyük benzerlikti. Ulu Allah'ım, imâm, rüyasında enkaz arasında yaralıları ve çocukları kurtarmaya çalışanlardan biriydi. Az önce rüyasında gördüğü bu yüzü unutmak mümkün müydü? Hemen arkasındaki de ona yardım eden ikinci adamdı. Onu tanıyordu. Namazdan çıkınca,babasına yaklaştı. Merak ettiği ikinci adamı sordu: - Şu adam kim baba? Babası gözucuyla Ali'nin gösterdiği adama baktı. İsmini bilmiyordu. - Adını bilmiyorum oğlum, yalnız öğretmen olduğunu biliyorum. Yeni tayin olmuş iyi bir insan. Ali yıkılmayan okul ve minareleri hatırladı. İnsanları kurtarmaya çalışan yüzleri gözünün önüne getirdi yeniden. Gördüğü rüya için Allah'a şükretti.