04 Oca 2015

(Bu yazı muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin “Ramazan ve Nefsi Tezkiye” ile “Ramazan ve Kulluk” konulu derslerinden derlemedir.)

Elhamdulillêhi Rabbil âlemin. Vessalatu vesselamu ale rasuline Muhammedin ve alê êlihi ve sahbihi ecmain. Allah (c.c.)’ın “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki takva sahibi olursunuz.”1 buyurduğu ve Allah Resulü (sav)’nün de “Her kim ki iman eder, sevabını Allah’tan umar, bu şekilde Ramazan ayında oruç tutar ise, Allah (c.c.) onun geçmiş günahlarını bağışlar”2 diyerek müjdelediği Ramazan ayı tekrar nasip oldu. Efendimiz (sav) Ramazan’ın önemini belirtirken “Ramazan’ın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluştur”3 buyururken orucun Allah katındaki değerini de Rabbından şu şekilde rivayet etmiştir: “İnsanın oruç dışındaki her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da ben vereceğim”4 Ramazan kelimesi bir görüşe göre Esmâ-ul Husnâ’dandır. Beyhaki’nin zayıf gördüğü bir hadiste Allah Resulü (s.a.v) buyurdu ki: “Ramazan geldi, Ramazan gitti demeyin. Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti deyin. Çünkü Ramazan Allah’ın isimlerindendir.” Bu görüşe göre Ramazan Allah’ın isimlerindendir, “Allah’ın ayı” demektir. İkinci bir kanaate göre ise bu kelime aylardan bir ayın ismidir ve bu ekseriyetin görüşüdür. Doğrusuda budur. Ramazan kelimesinin hangi kelimeden alınmış olduğu üzerinde birkaç görüş beyan edilmiştir. Bir kanaate göre “Ramadî” (dad ile) kelimesinden alınmış, diğer bir kanaate göre de “Ramad” dan alınmıştır. “Ramadî” kelimesinden alınmış ise o takdirde mana şöyle olmuş olur: “Yaz mevsiminin sonunda, güz mevsiminin başında yağan yağmur nasıl ki tozları temizliyor ise (İşte o yağan yağmurun adı “Ramadî” idi) o yağan yağmur gibi Ramazan ayı da böyle günahları temizleyip, yıkadığı için ona da bu isim verilmiştir. İkinci kanaate göre ise bu kelime “Ramad” kökünden alınmıştır. Güneşin çok şiddetli olduğu yaz mevsiminde, gündüz öğle vaktinde nasıl ki güneş taşları, kumları kızdırır, ısıtır, hararet yükselir, basılan ayakları yakar. İşte aynen öyle Ramazan ayıda günahları böyle yaktığı için ona “Ramad” dan alınarak “Ramadan” denilmiştir.” Allah (c.c.)’ın gönderdiği bütün şeriatlarda oruç var idi. Bütün ümmetlere Allah (c.c.) namazı da emretmişti orucu da “Ey mü’minler sizden evvelkilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı” “Sizden evvelkilere yazıldığı gibi…” (Kütibe yani furida) “sizden evvelkilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı” yani sizden evvelkilere de farz olarak yazılmıştı, sünnet olarak, müstehap olarak, mendup olarak değil. Bazı rivayetlerde Yahudi ve Hıristiyanlara da orucun Ramazan ayında farz kılındığı ifade edilmiştir. Sizden evvelkilere de Ramazan ayında yirmi dokuz ya da otuz gün olarak yazılmıştı, başka bir ayda değil ya da otuz bir gün veya yirmi sekiz gün olarak değil. Ve sizden evvelkilere de size yazıldığı gibi yazılmıştı. Yani yeme ve içme gündüzleri haram kılınmıştı. İmsak vaktinden itibaren güneşin batmasına kadar yazılmıştı. Ama onlar bozdular. Din aynı olduğu gibi oruç da aynıydı. Yani bir tek size yazılmış zannetmeyin. Bu ibadete bütün insanların ihtiyacı vardı ve Allah (c.c.) bütün insanlara yazdı bunu. Bir milletin ihtiyacı varda diğerlerinin yok zannedilmesin yani. Onun için oruç putperestlikte de meşru idi. Eski Mısırda, Yunanda hatta Roma’da bile vardı. Putperest olan Hintliler bugün bile oruç tutarlar. Allah (c.c.)’ın gönderdiği şeriatlar arasında fark olsa bile ortak olan noktalar vardır. Demek ki bütün şeriatların gayesi aynı idi. “Onlar bozdular siz de bozmayasınız” denilmek istenmektedir. Nasıl ki Yahudiler “Üzeyr Allah’ın oğludur.” Hıristiyanlar “İsa Allah’ın oğludur” diyerek iman esaslarını bozdularsa, aynı şekilde şeriatlarını da bozdular. İtikat çok daha önemli olmasına rağmen onu bozanlar elbette ameli meseleleri de, ibadetleri de bozdular. Bazı rivayetlere göre onlar iki musibetle karşılaştılar. “Bu musibetten Allah bizi kurtarırsa oruca on gün ilave edeceğiz” dediler. Allah (c.c.) onları o musibetten kurtarınca önce otuz günü kırka çıkardılar. Sonra başka bir musibetle karşılaştılar ve tekrar “Allah bizi bundan kurtarırsa oruca on gün daha ilave edeceğiz” dediler ve bu şekilde önce kırk güne sonra elli güne çıkardılar. Şeriatlarını bu şekilde bozdular. Diğer bir rivayette onlar da orucu Ramazan ayında otuz gün olarak tutmaları gerekiyordu. Bizdeki gibi her yıl on gün geriye geliyor ve bütün mevsimlere rastlıyordu. Allah (c.c.) böylece uzun mevsimlerde de, kısa mevsimlerde de, sıcakta da, soğukta da tutmayı öğrensinler, her şarta ve her duruma uygun hale gelsinler diye insanları adeta bir komando eğitiminden geçirmek için böyle takdir etmiştir. Onlar “Oruç sıcak zamanlara da denk geliyor, böyle olmasın” diye düşündüler. Bu konuda âlimler oturup istişare yaptılar. İstişare sonucunda “Biz orucu rahat olan bir mevsime alalım ve her zaman baharda tutalım. Buna kefaret olarak da on gün ilave edelim.” dediler ve otuz günü kırk güne çıkardılar. Sonra kralları hasta olunca, Allah (c.c.) onu hastalıktan kurtarırsa kırk yediye çıkaracağını vaat etmişti ve iyileşince bunu yaptı. Sonra bir başka kral elliye çıkardı. Bizim de bu şekilde olmamamız için yevmu’ş-şek denilen o şüpheli günde (yani Şaban’ın otuzuncu gününde) oruç tutmak ulemanın ifade ettiği şekilde mekruh olarak görülmüştür. Nafile niyetiyle tutulabilir ama Ramazan niyetiyle tutmak mekruhtur. Onlar hem mevsimi değiştirdiler bahar mevsimine aldılar, hem günleri değiştirip kırka çıkardılar, sonra kırk yediye, sonra elliye çıkardılar. Sonra tekrar bire indirdiler. Ve şu anda Hıristiyanlar kendilerine göre bazı günlerde oruçlar icat ettiler. Yahudilerde aynı şekildedir. Tevrat’ta oruç emredilmez sadece Musa (a.s)’ın kırk gün oruç tuttuğu ifade edilir. Günümüzdeki Yahudiler Kudüs’ün kurtarılmasının hâtırasına bir hafta ve ağustos ayında da bir gün oruç tutarlar ve Tevrat’ın temmuz ayının onuncu günü oruç tutmayı farz kıldığını kabul ederler. İncil’de de oruç emredilmez ama oruçlular övülür. En ünlü oruçları “Fısıh” bayramından önceki büyük oruçtur. Emredilmemesi şunu gösteriyor: Demek ki kitaplar bozulmuştur. Onlar neyi zor gördülerse kaldırdılar. Hıristiyanlara gelince kilise liderleri kafalarına göre oruçlar tayin ettiler. Kimi kilise liderleri eti haram kıldı. Kimi balık yemeyi, kimi süt içmeyi yani hayvani gıdaları haram kıldılar, bunun adına da oruç dediler hâlbuki Allah (c.c.) bize nasıl emretmişse onlara da öyle emretmişti. Ramazan ayı dendiğinde ilk akla gelen Kur’an’ın nazil olmasıdır. Bu ayda Kur’an’ın mesajını anlamaya çalışmak ve onu hayat kitabı olarak görüp raflardan indirmek gerektiği gibi nefislerin tezkiyesini de düşünmemiz icap eder. Allah (c.c.) bu dini yeryüzünde bir medeniyet kurmak üzere gönderdiğine göre insanın nefsini terbiye etmesi gerekirdi. Dinin hedeflerinden biri de bu olmalıydı. İnsanın nefsini terbiye Allah’ın muradındandır. İbadetlerden kasıt da budur. Mademki Allah (c.c.) insanın yeryüzünde medeniyet kurmasını, adaleti tesis etmesini, şeytan ve insanlara karşı mücadele etmesini istiyor. O halde nefisler terbiye edilmelidir. İmam-ı Gazali’ye göre insanda köpeklik hasleti, domuzluk hasleti, şeytanlık hasleti ve meleklik hasleti vardır. İnsana düşen diğer üç hasleti zayıflatıp, meleklik hasletini güçlendirmektir. Aksi halde insan nefsinin elinde, şeytanların elinde veya diğer insanların elinde esir olacaktır. Dünyaya niçin geldiğini unutacak, asıl gayesine ulaşmak diye bir derdi olmayacak ve basit bir varlık konumuna düşecektir. Rabbimiz insanın bu konuma düşmemesi ve meleklik hasletini güçlendirmesi için bir takım talimatlar göndermiştir. Allah (c.c.) kendi boyasıyla boyanmış bir Dünya meydana getirmek ister. Bu da Allah’ın boyasıyla boyanmış insanlar meydana getirmekle mümkündür. Nefisleri ıslah etmeden memleketleri ıslah etmeye kalkışanlar hata içindedirler. İslam medeniyetini kurma yöntemi bu değildir. Nefislerini değiştirmeyen insanlar günün birinde İslam’ı hâkim kıldıklarını sansalar bile kendi nefislerini hâkim kılarlar. Onun için Allah (c.c.) bir gün Müslümanlar güç ve kuvvet sahibi olduklarında kendi hâkimiyetlerini değil Allah’ın hâkimiyetini sağlasınlar diye onların nefislerini terbiye eder. Eğer Ebu Bekir’ler, Ömer’ler Mekke’de iken gönderilen ayetlerle ve Peygamberin eğitimiyle Rabbani bir eğitimden geçirilmiş olmasaydılar güç ve kuvvet ellerine geçince “Benim dediğim olacak” derlerdi. O zaman müstekbirlerden ne farkları kalırdı ki? Allah (c.c.) güç ve kuvveti mü’minlere verdiği zaman “Bundan sonra benim dediğim olacak” dememeleri ve Allah’ın hâkimiyetini sağlamaları için onları böyle bir eğitimden geçiriyordu. Allah (c.c.) ilk ayetinde “Allah sizi alaktan yarattı” buyurmuştur. Çamurdan yaratılan yiyeceklerden babanızın belinde bir sperm, annenizin vücudunda bir yumurta oldunuz. Bunlardan siz yaratıldınız. Bunu unutmamalısınız, unutursanız Allah’ı da unutursunuz, hiç olduğunuzu da. İnsanın unutmaması gereken en önemli hakikat işte budur. İnsanın hiç olduğunu anlayabilmesi için oruç tutması lazımdır, hiç olduğunu anlayabilmesi için secde etmesi lazımdır. Oruç tutan insan kendisinin hiçliğini ve acizliğini hatırlar. Bir taraftan da hayatın lezzetini anlar. Acıktığı zaman o kuru ekmekteki ve beğenmediği yemeklerdeki lezzeti görmeye başlar. Dün beğenmediği şeyin ne kadar da güzel olduğunu fark eder. Allah (c.c.) bu şekilde insana hem nimetlerin kıymetini öğretir, hem de iradesinin farkına vardırır. İnsanda irade denen bir kuvvet var. Onun farkına varmaz ise iradesini kullanmayacak aciz ve zavallı durumuna düşecektir. Şeytanın, nefsinin ve insanların elinde kul köle olacak ve üstün bir varlık olacağına “adi” bir varlık konumuna düşecektir. Allah (c.c.) orucu emretmiştir ki insan kendisindeki iradenin ve kabiliyetlerin farkına varsın. Kendisine verilenlerin de verilmeyenlerin de farkına varsın. Bir taraftan iradesinin diğer taraftan acziyetinin farkına varsın. Bir damla suya ne kadar muhtaç olduğunun farkına varsın. Bir lokma ekmek yemediği zaman belini doğrultamaz duruma geldiğinde bir hiç olduğunu anlasın, bu şekilde acziyetini fark etsin ve yeryüzünde ilahlık taslamaya kalkışmasın. Allah (c.c.) ne emretmişse bir takım hikmetler için emreder. Fakirlerin halini anlamak ve iradenin farkına varmanın yanında orucun asıl hikmeti insanın kulluğunu gerçekleştirmesi, Allah (c.c.)’a teslimiyeti, boyun eğmeyi ve Rabbim emrediyorsa o halde tamam demeyi öğrenmesidir. Allah’a teslimiyetin zevkini alır hale gelmesi, Allah için yemeyi içmeyi terk ettiği zaman bundan mutluluk duyacak seviyeye gelmesi, içindeki bir takım duyguların kabarması ve bir takım duyguların farkına varması içindir. Allah (c.c.) ibadetleri aslen kulluk için emreder. Namaz da bunun için emredilmiştir oruç da. Namaz spor için emredilmediği gibi, oruç da sıhhat için emredilmemiştir. Bunlar da birer faydadır fakat bunun için emredilmiş değillerdir. Oruç tutan tansiyonu düşüp elleri titremeye başladığı zaman fakirin halini anlar. Onların halini anlayan, onlara yardım etme ihtiyacı hisseder. Bu şekilde Ümmet-i Muhammed arasında kardeşliğin gelişmesi sağlanır. Allah (c.c.) bu şekilde oruç ile hem sıhhati güçlendirir, hem kalbi güçlendirir, hem de toplumda kardeşliği güçlendirir. İnsani duygularımızı kabartır, bize insan olduğumuzu, medeni olduğumuzu hatırlatır. Hiçbir zaman oruç tutmamış bir insan, ne kendi acziyetinin ve ne de kendisine verilen iradenin farkına varamayacak, dolayısıyla nefsine hâkim olmayı hiçbir zaman öğrenemeyecektir. Nefsine hâkim olmayı öğrenmemiş bir insan nasıl olur da yeryüzünde medeni bir insan olmayı öğrenebilir. İdeolojilerin ihmal ettiği noktalardan biri de budur. Komünizm, Kapitalizm, Demokrasi, Laiklik gibi fikirler insanın nefsini ıslah etmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir. Bunun için de her zaman başarısız olmuşlardır. İnsanın nefsi üzerinde operasyon yapamayan, insanı tanımayan, ona yön veremeyen ve ıslah edemeyen bir ideoloji nasıl olurda yeryüzünde bir medeniyet meydana getirebilir. Allah (c.c.)’ın gönderdiği dinin ideolojilerden bir farkı da budur. İdeolojiler en fazla polis zoruyla, hapisle korkutarak veya bir takım kanunlar koymak suretiyle yeryüzünde adaleti tesis etmeye çalışabilirler. Ama polisin olmadığı yerde ideolojiler ne yapacak? Polisin başına bir polis, onunda başına bir polis koymak zorunda kalacak ve bu nereye kadar gidecek? Böyle bir şey mademki mümkün değil, o halde her insanın kalbine bir polis koymaktan başka çare yoktur. Hangi ideoloji insanın kalbine polis dikmeyi başarabilmiştir? İnsanın kalbine hâkim olamayan ve nefsini ıslah edemeyenlerin, hangi fikri savunursa savunsun, insanı insan yapması mümkün olmamıştır, olmayacaktır. İşte Allah (c.c.) o yüzden insanın nefsiyle ilgilenir. Kur’an önce namazı, sonra zekâtı ondan sonra da orucu emretmiştir. Allah (c.c.) bu üç ibadetin içerisinde (bir yönüyle) kolay olan namaz ile başlamış, sonra ondan daha zor olan zekâtı, sonra ondan da zor olan orucu emretmiştir. İbadetlerde kolaydan zora doğru bir gidiş olduğuna göre demek ki oruç, namaz ve zekâttan daha zordur. Peki, o halde neden bazı insanlar namaz kılmadığı halde oruç tutarlar? Çünkü hakiki oruç, namazdan da zekâttan da zordur. Savm kendini tutmak demektir. Dolayısıyla orucun bizi tutması icap ederdi, fakat bugün oruç insanları tutmuyor, insanlar orucu tutuyorlar. Durum böyle olunca oruç kolay geliyor. Oruç bu manada üç kısımdır. 1. Derece: Avamın orucu: Sadece midesi oruç tutanlar. 2. Derece: Havâs’ın Orucu: Gözleri ve kulaklarına varıncaya kadar bütün azalarıyla oruç tutanlar. 3. Derece: Mukarrebun’un Orucu (Havâs’ın Havâs’ı): Mideleri ve tüm azaları ile birlikte kalpleri ile de oruç tutanlar. Tebettül makamına ulaşmış olanların orucu. Onlar öyle bir oruç tutarlar ki, kalplerinde Allah’tan başka bir şey bırakmazlar. Nasıl ki Kâbe’de kılınan namaz ile diğer yerlerdeki namaz bir değil ise aynı şekilde bu oruç ile diğer oruç asla bir olmazlar. 1- (Bakara, 183) 2- (Buhari - Müslim) 3- (Beyhaki) 4- (Buhari - Müslim)