24 Ağu 2019

Kıymetli okurlarımız, Furkan Nesli Dergisinin başyazarlığını yapan Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin 19 aydır hukuka aykırı kararlarla tutukluluk halinin devam ediyor olması sebebiyle bu sayımızdan itibaren, Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin, “Vahyin Hedeflediği Toplum” başlıklı konferansından hazırladığımız başyazı serisini sizlerin istifadesine sunuyoruz. Hayırlı Okumalar…

Hamd, gönderdiği peygamberleriyle insanlığa hidayetin yolunu gösteren Allah’a; salât vahiy toplumunun oluşması yolunda verdiği mücadele ve gösterdiği sebat ile bizlere örnek olan Rasulullah’a; selam ise, davanın ilkleri olan ashabına ve bu dava yolunda mücadele eden tüm kardeşlerimin üzerine olsun.

Yeryüzü hiçbir zaman bir tabiat olayı ya da hayvanların saldırısıyla fesada uğramadı. İnsanların ideolojilerin peşinden gitmesiyle fesada uğradı. Beşer mahsulü ideolojiler insanlara zarar verdi. Batılılar, “Allah’tan gelen vahye ihtiyacımız yok” dediler. Bazıları daha da ileri giderek “Tanrı öldü. Onu biz öldürdük artık Allah’a ihtiyacımız kalmadı. Akıl ve bilim bize yeter. Bilimle yolumuzu bulabiliriz” dediler. Bilimle yolunu bulacağını iddia edenlerin meydana getirdiği dünya hepimizin gözünün önündedir.

İnsanın matematik, fizik, kimya, tıp gibi alanlarda ilerlemesi onu aldattı. Çünkü insan, insanı tanıdığını zannetmeye başladı halbuki sadece maddeyi tanımıştı. İnsanlar, insanı tanıdığını zannederek ona yön vermeye kalkıştı. Halbuki insan psikolojisini tanıyamadılar, insanın ruhunu hiçbir zaman çözemediler ama çözdüklerini zannettiler. Matematik, fizik, kimya, mühendislik gibi pozitif bilimler insan ve toplumla ilgili ilimlerden daha önce gelişti. Bugünkü modern toplum insanı tanımadan bilimin tesadüfi buluşlarıyla meydana geldi. Ruh ve vücutla ilgili kanunları dikkate almadan, insanın ruhunu, psikolojisini, nefsini tanımadan bir dünya meydana getirdiler.

Allah Azze ve Celle, peygamberler göndermek suretiyle insanlara daima yol gösterdi ve insanı hiçbir zaman kendi haline bırakmadı. Ama insanlar her seferinde özgür olmak istediler. Özgür olabilmek adına Allah’ı gökyüzüne hapsettiler. “Bizim vahye ihtiyacımız yok. Gökten gelene ihtiyacımız yok. Bilim ve geçmiş milletlerin tecrübeleri bize yeter” dediler. Özgür olmak isteyen insanlar, Allah’ı sadece yaratıcı ve rızık verici olarak görmek istedi, yol gösteren, hayata yön veren; giyim-kuşamdan, yeme-içmeye kadar insanın her şeyine karışan bir Allah istemediler. Aslında onlar, hiçbir şeye karışmayan bir Allah istediler.

Mekke’nin müşrikleri Allah’ı, melekleri hatta zekâtı bile kabul ediyordu. Mallarını üç kısma ayıran müşrikler, “Bu Allah’ın hakkı, bu benim hakkım, bu da putlarımın hakkı” diyerek zekât veriyorlardı. Bugün Müslümanım diyenler Allah’ın, fakirin hakkını ayırmazken Mekke’nin müşriği, putperesti bile Allah’ın hakkını ayırırdı. Allah’ı, melekleri hatta zekâtı bile kabul eden Mekke’nin müşrikleri peygamberi, kitabı, ahireti kabul etmediler. Çünkü Allah peygamber ve kitap gönderdiyse insanın hayatına karışacak demektir. Ahiret varsa insana hesap soracak demektir. İnsan ise kendisine kanun koyan değil sadece rızık veren bir Allah istiyor. Dünyayı idare eden ama kendisine karışmayan aslında hizmetçi olan bir Allah istiyor. Bugünkü Laikler de buna benzer bir şekilde Allah’a inanıyorlar. Onların inandığı Allah da gökleri ve yeryüzünü idare eden bir Allah. Onlara göre Allah kitap göndermiş de olabilir ama bunu hayatımıza karışması için değil birtakım şekilsel ibadetleri öğretmek, bazı inanç esaslarını bildirmek ve ahlaklı bir toplum meydana getirmek için göndermiştir. Hayatlarına, kılık-kıyafetlerine karışan bir Allah’a inanmak istemiyorlar. Onların içerisinden en dindar olanları, “Allah şu kâinatı ne kadar güzel yaratmış” derler. Bazen Allah’ın gücü ve kudreti üzerinde dururlar. Onların bu konuşmalarıyla karşınızda Allah’a teslim olan bir kişi olduğunu zannedersiniz. Hakikatte ise öyle değildir. Onlar bu konuşmalarla sadece kendilerini avuturlar ve ben de Müslümanım, dinsiz değilim mesajı vermek istemektedirler. Allah’ın kudretini, sanatını, bir insanın vücudundaki harikaları, kâinattaki harikaları güzel bir şekilde anlatırlar. Bu kişilere, “Mademki Allah kâinatı böyle güzel yaratmıştır ve sonsuz bir kudreti ve ilmi var o halde O’na itaat edilmesi, O’nun dediğinin olması gerekmez mi” diye sorduğunuz zaman birçoğu konuyu değiştirir ve o meseleye girmek istemezler. Çünkü Allah’ın hayatlarına karışmasını istememektedirler.

“Bilim bize yol gösterir” diyenler bilime de uymadılar. İçki fabrikası kurmayı size bilim mi söyledi? Bilim, içkinin zararlı olduğunu söylüyor. Aynı şekilde bilim, zinanın kötü olduğunu, toplumu bozacağını, çürük bir toplum meydana getireceğini söylüyor. Kürtajları çoğaltacağını, sağlığı bozacağını, AIDS olacağını söylüyor. Zina evlerini, faizli bankaları kurmayı bilim mi söyledi? Hangi ekonomi uzmanı faizin iyi bir şey olduğunu söyler? Bilimin dediğini de yapmazlar fakat bilime uyuyormuş gibi davranır, öyle konuşurlar. Lafta bilime uyduklarını iddia ederler ama hakikatte nefislerine uyarlar.

Allah Azze ve Celle maddi ilimlerde gelişmeyi insana bırakmış fakat insanın ruhunun terbiye edilmesi konusunu insana bırakmamıştır. Kur’an-ı Kerim bu konuda, “Hidayet yolunu göstermek bizim vazifemizdir”1 buyurmuştur. Kur’an, matematiği, fiziği, kimyayı anlatmaz ama hidayet yolunu anlatır. Allah bu meseleleri insana bırakmıştır çünkü insan bu alanlarda başarılı olmasa bile hidayete ulaştığında ebedi hayatı kazanır. İnsan zerre kadar matematik, kimya, tıp bilmese bile yine de cenneti kazanabilir. Dünyada ise medeni bir insan olarak yaşayabilir. Ama kendisini yaratan, kendisinin ruhunu ve nefsini en iyi bilen Rabbinin vahyine uymadığı zaman medeni bir insan olamaz, hayvanların dahi yapmadıklarını yapar.

Tin Suresi’nde insanın yaratılışı hakkında “ahseni takvim”2 ifadesi geçmektedir. Buna göre insan, meleklerin kendisine secde ettirildiği üstün bir varlıktır. Fakat vahye uymadığında “esfele sefilin”3 hayvandan da aşağı, aşağıların aşağısına çevrileceği buyrulmaktadır. Allah Azze ve Celle insanın vahye uymadığında nasıl bir hale dönüşeceğini bildiği için ona yol gösterme işini kendi üzerine almıştır. Kur’an, “Yolu doğrultmak Allah’a aittir”4 buyurmaktadır. Allah bu vazifeyi kendi üzerine aldığı halde insan hiçbir zaman bu noktaya yaklaşmak istemiyor. Aklınca özgür olacağını düşünerek Allah’a karşı bağımsız olmak istiyor sonra da şeytanın tesiri altında kalıyor.

BİLİMİN VAZİFESİ

Bilimin vazifesi insanın hayatını kolaylaştıran; araba, bilgisayar, uçak, telefon gibi araç-gereçler yapmaktır. İnsanlar bilimden, toplumu medeni yapmasını isteyerek aslında olmadık bir görevi bilime yüklemiş oluyorlar. Bilimin insanı insan yapmak gibi bir görevi yoktur. Matematik, tıp insanı insan yapmaz, insanı insan yapacak olan vahiydir. İnsanı tanıyan onu insan yapabilir, O da Allah’tır. İnsan bütün kâinatın hülasasıdır, karışık bir varlıktır. Dolayısıyla böyle karışık bir varlığı ancak onu yaratan tanıyabilir. İnsanı tanımayanların insana yol gösterme hakkı ve yetkisi yoktur.

İnsanı da kâinatı da tanımayanlar insana yol göstermeye çalıştılar. İnsanoğluna uygun olup olmadığına bakmadan esaslar, kanunlar koydular. Bunların uygun olmadığı anlaşılınca da her seferinde yeni kanunlar koydular. Her gün yeni bir kanunla insanları kobay gibi kullandılar. Toplumun üzerinde beyaz fare gibi deneyler yaparak topluma zarar verdiler. Topluma uygun olmadığı anlaşıldığında anayasayı bile değiştirdiler. Demek ki öncekiler yanlıştı ve her seferinde isabet ettiklerini düşünseler de aslında isabet edemediler. 20 sene sonra yanlış olduğu ortaya çıktı. Hem insanı ve kâinatı tanımıyorlar hem de gaybı bilmiyorlar. Bu yüzden koydukları kanunların ileride ne gibi sonuçlar vereceğini bilmiyorlar. Madem bilmiyorsunuz, neden insanlara yol göstermeye kalkışıyorsunuz? Size bu yetkiyi kim verdi?

KUTSAL KAYNAĞA OLAN İHTİYAÇ

Bilim her zaman doğruya isabet edemez, etse bile nefis, şeytan ve çevredeki insanlar doğrulara uymaya müsaade etmez. İnsanın doğruya uyabilmesi için kutsî bir mesaj lâzımdır. İnsana nasıl davranması gerektiğini de o kutsî kaynak söylemelidir. Çünkü insanın üzerinde yetkili olan, hata yapma ihtimali olmayan tek kaynak odur. O kaynağın kutsiyetine iman edenler onun dediğine uyar; yap dediğini yapar, yapma dediğinden sakınır.

Bilim kutsal olmadığı için içki, zina gibi haramların zararlı olduğunu söyleyebilir ama yasaklayamaz. Bilimin zaten böyle bir görevi de yoktur. Bilimin zararlı dediğine bazı kimseler, “ben zararını göze aldım” diyebilir. O zaman ne yapacaksınız? Bilimin zararlı deyip haram kılamadığını din haram kılar. Hatalı olma ihtimali olmayan kutsal kaynak, “sana bunu haram kılıyorum, hesabını sorarım” der. Bilim bu şekilde söyleyemediği için dolayısıyla insanın hayatına da yön veremez. Ayrıca bilim doğruya isabet edemez. Bilim sürekli değişir. Dün doğru olduğunu zannettiğimiz şeylerin bugün bilim adamlarından yanlış olduğunu öğreniyoruz. Büyük ihtimalle bugün söylenen şeyin de yarın yanlış olduğunu öğreneceğiz.

Bilim kutsal değildir, buna rağmen bilimi bir mabet hâline getirerek insanları bilime taptırmak istediler. Allah’a tapılmasını istemeyenler Allah’ı kaldırdılar ve O’nun yerine bir mabut olarak bilimi koydular. Nasıl ki din çimentosunu kaldıranlar yerine ırk çimentosunu koydular. Irk ile insanları birleştirerek herkesi Türk yapmak istediler ama yapamadılar. Din çimentosunu kaldırıp yerine mecburen başka bir çimento koymak zorunda kaldılar, aslında yanlış çimento tayin ettiler. Aynı şekilde Allah’ı kaldırıp yerine bilimi koymak istediler. “Allah’a değil bilime uyacağız” dediler. Bilime de uymadılar nefislerine uydular.

İnsan yükselmek ister. Şeytan, nefis ve çevre onu aşağıya doğru çeker. Bu üç tane yer çekimine karşı koyabilmek ancak vahiyle mümkündür. Kutsal bir kaynak olmadan insan bu yer çekimlerine karşı koyamaz. Şeytan insanı aşağıya doğru çektiğinde şeytana karşı durabilmek vahiyle mümkündür. Şeytan, “şu harama bak, şu rüşveti ye” dediğinde bilim onu durduramaz. Bu durumdaki insanı ancak vahiy ve “Allah beni görüyor” anlayışı durdurabilir. Bu yer çekimlerine karşı koymak bilimle mümkün olsaydı suç oranları azalırdı. Bugün bilim geliştiği halde dünyada suç oranları neden azalmıyor? Bilimin bu denli gelişmediği dönemlerde bu kadar suç işlenmiyordu. Bilim gelişti, suç oranları arttı, karakollar çoğaldı. Üniversiteler çoğalıyor fakat suç oranları artıyor. Demek ki bilim bunları halledemiyor. Bilimin bu meselede hiçbir çözümü olmadığını görmelerine rağmen yine de inatla bilim demeye devam ediyorlar.

DÜNYA HAYATI VE VAHİY

Allah Azze ve Celle insanın ihtiyacını bildiği için ilk insandan itibaren hayatı vahiyle başlattı. İlk insan aynı zamanda bir peygamberdi. Allah, Hz. Adem’den 100 sene, 1000 sene ya da 10.000 sene sonra bir peygamber gönderebilirdi. Yeryüzünde insan olmadığı halde ilk insanın peygamber olarak gönderilmesi insanoğlunun peygambere olan ihtiyacını göstermektedir. Allah Azze ve Celle, ilk insan olan Hz. Adem’den itibaren O’nun çocuklarına yol gösteriyor ve ilk nesil başıboş bırakılmıyordu. Eğer 1000 sene ya da 5000 sene sonra yani insanlar çoğaldıkça peygamber gönderilseydi o zaman akla bazı sorular gelebilirdi: “İlk insana peygamber gönderilmedi, vahiy gelmedi. Demek ki insanın peygambere ihtiyacı yokmuş. Demek ki insan doğru yolu kendisi bulabilirmiş” denilebilirdi. Allah Azze ve Celle, akla böyle bir soru gelmesin, kalplerde şüphe oluşmasın diye ilk insanı peygamber olarak gönderdi.

Şuara Suresi’nde, “Kendisi için bir uyarıcı olmaksızın, biz hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz. (Onlara) Hatırlatma (yapılmıştır); biz zulmedici değiliz”5 buyruluyor. Eğer akıl doğru yolu bulmaya kâfi olsaydı o zaman peygamber göndermeden de onların helak edilmesi doğru olurdu. Fakat Kur’an-ı Kerim bizlere bunun doğru olmadığını, zulüm olduğunu bildiriyor. İnsana doğru yolu bulması için uyarıcı gönderilmeseydi kıyamet gününde insanlar, “Ya Rabbi! Sen bize bir uyarıcı göndermedin. Bana bir akıl verdin ama benim aklım her şeyi anlamadı. Ben şu kâinatı küçük aklımla nasıl anlayayım? Kâinatın özeti olan insanı nasıl tanıyayım” diyebilirdi.

İnsana verilen akıl Allah’ın kelâmını anlayabilecek kadardır, kendisine yol tayin edebilecek kadar değil. İnsanın aklı, kabiliyetleri, imkânı Allah’ın gösterdiği yolu anlayabilecek ve maddi ilimlerde gelişebilecek kadardır. Ama insan kâinatın hepsini tanımadığı için meydana getireceği hayat nizamı kâinata uymayabilir. İnsan, kâinatla uyumlu olmak zorundadır. O yüzden meydana getireceğiniz hayat nizamının insana uygun olması gerekir. İnsanı tanımayanlar nasıl olur da insana uygun bir nizam meydana getirebilir? Onun için Allah Azze ve Celle “Bir millete peygamber göndermeden helak etseydik zulmetmiş olurduk” buyuruyor. Demek ki insanın kendisi doğru yolu bulamıyor. Bazı meselelerde doğru yolu bulsa da “Acaba doğruya ulaştım mı, ulaşmadım mı” diye şüphede kalabilir. İnsan aciz olduğu için kendi bulduğu şeyden hiçbir zaman emin olamaz. Bu, yüzde yüz doğrudur diyemez. Halbuki insanın emin olmaya ihtiyacı vardır. Huzur bununla mümkündür ve insan başka türlü huzura erişemez. Allah Azze ve Celle bu yüzden hayatımıza vahiyle müdahale etmektedir.

VAHİY TOPLUMUNUN ÖZELLİKLERİ

Allah Vahiyle Nasıl Bir Toplum Meydana Getirmek İster?

1. Vahyin hâkim olduğu toplum öyle bir toplumdur ki, vahye teslim olmuştur. Teslimiyeti öğrenmiş olan bir toplumdur. Bu öyle bir teslimiyet ki, “Allah ve Rasulü mü dedi? O zaman mesele yok” cümlesindeki gibi pazarlıksız ve şartsız bir teslimiyet. Sebebini anlamasa bile severek ve gönülden itaat etmek. Kimi zaman asker belki içinden nefret ettiği halde komutanına itaat eder. O yüzden buna teslimiyet değil itaat denir ama Allah’a sadece itaat değil teslimiyet gerekmektedir.

Allah Azze ve Celle Hz. İbrahim Aleyhisselam’a Bakara Suresi’nde, “Teslim ol”6 demişti. “İtaat et” demedi çünkü itaat, teslimiyetin daha aşağısıdır. Müslüman kadın başını gönülden örtmüyorsa teslimiyeti yoktur ama itaat etmektedir. Kadının kocasına olan itaati gönülden değilse teslimiyeti yoktur sadece itaat etmektedir. Kocasına hak vermediği halde itaat ediyorsa bu teslimiyet değildir. Allah ise kullarından sadece itaat değil aynı zamanda teslimiyet de istemektedir.

Enes b. Malik Radıyallahu Anh, 17-18 yaşlarında daha yeni yeni gençliğe adım atıyordu. Kendisi anlatıyor: “Ebû Talha’nın evinde insanlara sâkîlik yaptığım sırada içki haram kılındı. Allah Rasulü bir münâdîye emretti, o da insanlara bunu duyurdu. Biz evdeyken münâdînin sesi geldi. Ebû Talha: “Çık da bir bakıver, şu ses neyin nesidir?” dedi. Çıkıp baktım ve: “Bir münâdî; ‘içki haram kılınmıştır!’ diye nidâ ediyor” dedim. Bana: “Öyleyse git ve onu dök!” dedi. O andan itibaren Medine sokaklarından içki aktı.”

Sahabe sebebini bilmeden Allah’ın hükmüne şartsız-pazarlıksız teslim oluyordu. “Şunu yaparım ama bunu yapamam, şuraya kadar itaat edebilirim ondan sonra edemem” demek teslimiyet değildir. Sahabeden daha çok namaz kılabiliriz ama sahabeyi sahabe yapan çok namaz kılması değil böyle anlarda teslimiyet gösterebilmesiydi. Sahabeden niceleri var ki iki rekât namaz kılmadan şehit oldu. Bazıları var ki iman ettikten 3-5 sene sonra öldü. Biz yıllardır namaz kılıyoruz hatta birçok sahabeden daha fazla namaz kıldık. Bunlar insanı santim santim yükseltirken teslimiyet insanı kilometre kilometre yükseltmektedir. Sahabe böyle her bir olayda teslimiyet göstererek kilometrelerce yükseliyordu.

Hayber’in fethinde Müslümanlar Hayber Kalesini kuşatmışlardı. Fakat Hayber direndiği için kuşatma günlerce sürdü. Yiyecekleri bitiyor acıkıyorlar ve merkepleri kesiyorlardı. Kazanlara doldurulan et kokusu ortalığı kaplıyor, herkes güzel bir et haşlaması yiyeceğiz diye düşünürken o anda Allah Rasulü’nden haber geliyor ve münâdi sesleniyor, “Muta nikahı ve ehli merkepler haram kılındı…” Medine’de kendi evlerinde bir sürü yiyecek varken değil savaş meydanında iken bu hüküm geliyordu. Ordu acıkmış olduğu halde kazandaki bütün etler yere döküldü. Hiç kimse, “Zaten açız, şimdi savaş esnasında bunun sırası mı?” diye itiraz etmedi. “Neden?” diye sormadı. Sahabeyi sahabe yapan ve yücelten buydu.

Bir gün Aişe annemizin yanında muhacir kadınların faziletleri anlatılır. Mekke’den gelen muhacir kadınlar şöyle şöyle muttakidirler, şöyle şöyle vasıfları vardır denilir. Hz. Aişe der ki, “doğrudur muhacirler öyledirler ancak Ensar’ın kadınlarını da unutmayın. Allah Azze ve Celle başörtüsü ayetini gönderdiği zaman Ensar’ın kadınları ertesi sabah Allah Rasulü’nün arkasında saf saf namaz kılıyorlardı ve hepsinin başında örtüleri vardı. Sanki başlarına kargalar konmuştu.” Siyah örtüler, ne buldularsa örttüler, sorgulamadılar Allah’ın önüne geçmediler, neden demediler, pazarlık yapmadılar. Vahiy toplumu böyle bir toplumdur, pazarlık yapmaz. Allah ve Rasulü mü emretti o zaman mesele bitmiştir.

“Ey iman edenler Allah’ın ve Rasulü’nün önüne geçmeyin.”7 Allah ve Rasulü bir şey dediği zaman siz başka bir şey demeyin, “hele bir düşüneyim” demeden teslimiyet gösterin. Başkaları Allah ve Rasulü’nün önüne geçmek isterse onlara da müsaade etmeyin. İnsanların Allah’ın koyduğu kanunu kaldırıp başka bir şeyler söylemelerine de müsaade etmeyin. Hem tekaddüm hem de takdim etmeyin. “La tukaddim” hem öne geçmeyin hem de başkalarının bunu yapmasına fırsat vermeyin.

2. Vahiy toplumu, Allah’ın ve Rasulü’nün önüne geçilmeyen toplumdur. Vahiy toplumunda Allah ilahtır O’ndan başka ilah yoktur. Vahiy toplumunda Allah’tan başka Rab yoktur. Allah, Uluhiyette ve Rububiyette tektir, ibadet yalnız O’nadır. Bütün meselelerde itaat sadece O’nadır ve kanun koyucu sadece O’dur. Vahiy toplumunda Allah’ın dediği olur. Eğer O’ndan başkasının dediği oluyorsa her ne kadar Müslümanım diyorsa da o toplum vahiy toplumu olmaktan çıkmıştır. Vahiy toplumu Uluhiyette ve Rububiyette Allah’a şirk koşulmayan toplumdur.

Konuya devam etmek temennisiyle… Allah’a emanet olun. *

*Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin “Vahyin Hedeflediği Toplum” konulu 2012 yılında Malatya’da gerçekleştirdiği konferansından hazırlanmıştır. Link: https://tvfurkan.net/2012-malatya-vahyinhedefledigi-toplum-konferans_e9adc9298.html

1. Leyl, 12

2. Tin, 4

3. Tin, 5

4. Nahl, 9

5. Şuara, 208-209

6. Bakara, 131

7. Hucurat, 1