Alparslan Kuytul Hocaefendi ile ‘Ramazan ve Oruç’ konulu bir hasbihal programı düzenlendi. İnternetten canlı olarak takip edilen programda Ramazan Ayı ve oruç hakkında bir çok soruyu yanıtlayan Alparslan Kuytul Hocaefendi, Ramazan Ayı’nın İslam’daki önemini anlattı. Programın tamamı soru ve cevap olmak üzere şu şekilde;
Sunucu: Bugünkü hasbihal konumuz; Ramazan ayının ilk gününe denk gelmesi hasebiyle Ramazan ve Oruç.
SORU 1: Bu aya ‘Ramazan’ denmesinin sebebi nedir?
Bununla ilgili birkaç görüş var. Bir kanaate göre Ramazan kelimesi, bir ayın ismidir. Başka bir kanaate göre de Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Allah Azze ve Celle’nin birçok ismi olduğu gibi bu da onlardan birisi yani “Ramadan” bu manada ‘şehrullah (Allah’ın ayı)’ demek oluyor. İmam Beyhaki’nin zayıf olarak kabul ettiği bir hadiste Peygamberimiz: “Ramazan geldi, Ramazan gitti, demeyin. Çünkü Ramazan, Allah’ın isimlerindendir. Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti, deyin” buyuruyor. Buna göre “Ramazan” Allah’ın hükümlerinden birisi oluyor ama bize gelmiş olan rivayetlerde Esma-ül Hüsna’nın zikredildiği rivayetlerde böyle bir isim görmüyoruz. Ne meşhur olan Tirmizi rivayetindeki 99 isim de ne de onun dışındaki diğer rivayetlerde “Ramazan” diye Allah’ın isimlerinden bir isim olduğuna şahit olmuyoruz. Fakat böyle “Ramazan’ın” yani “Ramada’nın” aslında Allah’ın isimlerinden olduğuna dair zayıf bir rivayet vardır. Ama ekseriyete göre “Ramazan” aslında bir ayın ismidir ve Kur’an-ı Kerim’de ismi ile zikredilen tek aydır. Yani 12 ayın içerisinde Allah Azze ve Celle Recep ve Şaban dahil, hiçbir ayın ismini Kur’an’da zikretmemiş ama “Ramazan” Kur’an’da zikredilmiştir.
Allah Azze ve Celle Bakara suresi 185. Ayette “şehru ramadâne-lleżî unzile fîhi-lkur-ânu huden linnâsi vebeyyinâtin mine-lhudâ velfurkân” “Ramazan ayı… İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’an onda indirilmiştir” buyuruyor. Ramazan, Kur’an’da bu şekilde zikredilerek; Ramazan ayı şeref kazanmış oluyor. Bütün kitaplar Kur’an’ın bu ayda indirildiğine dair rivayetlerde bulunuyor. Yalnızca Kur’an’ı Kerim değil, Hz. İbrahim’e verilen sahifeler; Ramazan’ın 1. Gününde, Hz. Musa’ya verilen Tevrat; Ramazan’ın 6. Gününde, Hz. Davud’a verilen Zebur; Ramazan’ın 10. Gününde, Hz. İsa’ya verilen İncil; Ramazan’ın 13. Gününde ve Kur’an’da 24’ünde, hepsi de bu ayda indirilmiştir. Allah katında bu ay, böyle bir şeref kazanmıştır. Bu ay da bu kitapların indirilmiş olması, çok önemli bir ay olduğunu gösteriyor. Allah Azze ve Celle, bu ay şerefli olduğu için mi kitaplarını indirdi yoksa bu ayda kitaplar indiğinden dolayı mı bu ay şerefli oldu? Bunu tam olarak bilmek mümkün değildir. Allah Azze ve Celle, önce neden bu ayda indirdi? Mesela Hz. İbrahim’e sahifeleri verirken, Hz. Musa’ya Tevrat’ı verirken neden bu ayda verdi? Bu, gaybi bir meseledir.
“Ramazan” kelimesi lügat alimlerinden İmam Halil’in kanaatine göre “Ramadi” kelimesinden alınmıştır. “Ramadi” kelimesi ise; yazın sonunda güzün başlangıcında yağan yağmur manasındadır. Bu yağmur yeryüzündeki tozu toprağı temizler. Yaz boyunca her taraf toz toprak olur ve bu yağmur sayesinde toz toprak temizlenir, hava temizlenir ve birçok mikrop da temizlenmiş olur. İşte bu manada “Ramadi” kökünden gelmekte ve “Ramadan” halini almaktadır. “Ramadan” kelimesiyle şu kastedilmiştir nasıl ki güzün başlangıcında yani sonbaharda yağan yağmur ile toz temizleniyorsa, mikroplar temizleniyorsa aynı şekilde bu Ramazan ayında da insanların günahları temizlenecektir. Allah’ın insanların günahlarını temizlediği bir ay olacağı kastedilmiştir. İnsanlara ‘eğer gayret gösterirseniz, yağmurun tozu temizlemesi gibi Ramazan ayı da sizin günahlarınızı temizler’ denilmek istenilmiştir. Bu İmam Halil’e göredir.
Ekseriyetin görüşüne göre” Ramadi’den” değil de “Ramad’dan” gelmektedir ve mastardır. Yani o zaman mana şu olmaktadır: “Yazın sıcağında, güneşin altında kumun ya da taşın çok ısınması, ayakları yakmasıdır. Güneşin altında çok ısınmış olan kum, taş gibi maddeler üzerinde yürüdüğünüz zaman ayağınız yanar, aynı şekilde insanların günahları da bu ayda, bu şekilde yanar. Allah Azze ve Celle bu ayı bunun için takdir etti. Yani kullarının günahlarla dolu bir şekilde ahirete intikal etmemeleri için, bu dünyada iken günahlarının temizlenmiş olması için bu ayı takdir etti. Bu ayı eğer güzel değerlendirirsek günahlar yanmaktadır. Bununla ilgili Buhari’de geçen bir hadiste Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Men sâme Ramadâne îmânen ve’htisâben gufira lehu ma tegaddeme min zenbihi” “”Kim, inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”(Buhari, İman 28, Müslim, Sıyam 203) buyuruyor. Bu hadisten şunu anlıyoruz; bu ay gerçekten güzel değerlendirildiği takdirde günahları ya yakmakta ya da yağmurun tozu temizlemesi gibi günahları temizlemektedir. İkisi de birbirine yakın manalardır. Sonuç itibarıyla insanda günahın kalmayacağını ifade etmektedir. İster yağmurun yağması ve tozu temizlemesi gibi anlayalım isterse güneşin taşı ısıtması ve basanların ayağını yakması gibi anlayalım, sonuçta günahlar ya temizlenmekte ya da yanmaktadır. Böylece günahsız hale gelmektedir. Yani ister İmam Halil’in görüşü isterse Cumhur’un görüşü fark etmez, her iki görüşe göre de insan günahlarından kurtulmaktadır.
Ramazan, Hangi Yönleriyle Rahmettir?
Ramazan ayını güzel değerlendirirsek inşallah geçmiş günahlarımızdan kurtulmamız mümkündür. Yani bu ay bittiğinde günahlarımızdan, ateşten kurtulmuş ve cennetlik olmuş olabiliriz. Dolayısıyla bu Allah’ın rahmetidir. Bazı insanlar belki Ramazan ayını kendileri için haşa bir bela gibi görüyor, olabilirler. Sıkıntı çekiyor olabilirler ama aslında bu ay; başa bela değil, rahmettir. Çünkü her şeyin başı insanın ahireti kazanması, cenneti kazanması, cehennemden kurtulmasıdır. Bu ay, işte böyle bir imkân vermektedir. Allah-u Teâlâ, bize her gün günahlarımızdan kurtulmamız, her gün tevbe, her an tevbe etmemiz için imkân veriyor. Mesela tevbe için, ‘yılda bir gün bir saat ya da ayda bir defa tevbenizi kabul ederim’ diyebilirdi ama öyle demedi. Kudsi hadislerde; “Her an tevbe edebilirsiniz, her gece kendisinin en yakın Sema’ya indiğini, rahmetinin indiğini ve günahları bağışladığını, yok mu tövbe eden tövbesini kabul edeyim” dediğini ifade ediyor. Allah, kullarının günahlarını bağışlanmak için her türlü imkânı veriyor. İşte onlardan biri de bu Ramazan ayıdır.
Allah Azze ve Celle, bize her gün namaz kılmamızı emrediyor ve namazdan sonra dua etmemizi istiyor. Namaz günahlardan kurtulmak için oruçta aynı şekilde günahlardan kurtulmak için verilmiş olan bir fırsat ve bir rahmettir. Bunu bir sıkıntı gibi görmek, elbette caiz olamaz. Allah’ın da zoruna gider. İnsanlar keşke şu Ramazan gelmeseydi gibi düşünürlerse; bu Yahudilere ve Hristiyanlara benzemek olur. Onlar böyle düşündüler, Ramazan’dan kaçtılar.
Ramazan’ı bir rahmet olarak görmeliyiz. Çünkü Ramazan sadece günahlarımızdan kurtulmak değil, aynı zamanda Kur’an’ın da nazil olduğu bir aydır. Bu yönüyle de bir rahmettir. Kur’an insanlara medeniyetin yolunu göstermiştir. İnsana, insan olmanın yolunu göstermiştir. Dolayısıyla bu yönüyle de rahmettir. İnsanlara, medeniyetin esaslarını öğretmiştir. Allah Azze ve Celle Kur’an ile, yeryüzünde inkılapları gerçekleştirmiş, kula kulluğu ortadan kaldırmıştır. Çocuklara, kadınlara, kölelere yapılan zulümleri bitirmiş, insanlara insani ve ahlaki değerleri kazandırmıştır. Bu yönüyle de rahmettir. Ama bu konu özel olarak ve daha uzun ele alınması gereken bir konudur.
Ramazan ayı hem günahların temizlenmesi ve yanması açısından rahmet hem irademizin güçlenmesi açısından rahmet hem de bize bu ayda Kur-an’ın nazil olması açısından rahmettir. Tabii ki bunların her birini ayrıca ele almak icap eder.
SORU 2: Hocam, Ramazan ayını hem Müslümanlar için hem de Allah katında değerli kılan sebepler nelerdir?
Ramazan Ayı Neden Değerlidir?
Öncelikle bu din yeryüzünde inkılaplar meydana getirmek için gönderilmiştir. Yeryüzünde inkılaplar yapmak üzere gönderilmiş olan bu dinin elbette ki kendine iman etmiş olanları eğitmesi icap eder. Aksi halde böyle bir başarıyı yani o kitabın hâkim olmasını ve yeryüzünde inkılaplar meydana getirmesini o insanlar başaramazlar. Eğer o din kendine iman etmiş olanlara rahmet etmeyecek, onların iradelerini kuvvetlendirmeyecek, onları günahlardan uzaklaştırmayacak olursa o zaman o dinle yeryüzünde başarılı olunamaz. Madem ki bu din, yeryüzünde inkılaplar meydana getirmek, saltanatları yıkmak, kula kulluğu ortadan kaldırmak, insanı layık olduğu mevki ve makama çıkarmak, insanın şerefini düşüren günahlardan ve medenî olmayan o hayat tarzından insanları kurtarmak için gönderildi elbette ki yeryüzünde devrimler yapmak üzere görevlendirilmiş, gönderilmiş olan böyle bir hedefi olan bu dinin insanlarını eğitmesi icap eder. Onların nefislerini terbiye etmesi gerekir, aksi halde başarılı olamazlar. Ayrıca bir de başarılı olsalar bile kendileri de yüzünde güç ve kuvvet sahibi oldukları zaman kulluklarını unutup diğer zalimler gibi zalimlik yapmaya başlarlarsa o zaman Firavunları, Nemrutları yıkmanın bu inkılapları gerçekleştirmenin ne manası kalır? İşte onun için İslam, bu gibi ibadetler ile insanları terbiye etmek istiyor. Her ibadetin, insanı terbiye eden bir tarafı vardır. Namaz insanı bir yönden terbiye eder ve bazı eksiklerini tamamlar. Oruç insanı başka yönden terbiye eder ve eksiklerini tamamlar. Zekât başka yönden terbiye eder. İnsanın birçok yönden terbiye edilmeye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla insanın bütün bu ibadetleri yerine getirip nefsini arındırması icap eder.
Ramazan, nefsi terbiye etme yönünden ve insanın iradesini kuvvetlendirmesi yönünden de önemlidir. İnsan Ramazan sayesinde, oruç sayesinde iradesinin farkına varır. Kendinde var olan iradeyi hisseder, fark eder. Allah Azze ve Celle Hz. Âdem Aleyhisselam’a cennette bir ağacı yasakladı ve böylece onun kendi iradesini fark etmesini sağladı. Yani ‘o ağaçtan yemeyeceksin’ denildi ve o da kendisini frenledi, ağaçtan uzak durdu ama sonunda mağlup oldu. Şeytanın yemin etmesine inandı, nefsine uydu ve ağaçtan yedi. Âdem Aleyhisselam, her ne kadar imtihanı kaybettiyse de Allah Azze ve Celle bu olay sayesinde ona iradesini fark etmesini sağladı. İradesini anladı ve iradesini kullanmamanın sonucunu da görmüş oldu. Âdem Aleyhisselam, Allah’ın emirlerinin hepsinin bir hikmeti olduğunu anladı ve bu emirlere uymak için iradesinin var olduğunu, kendisine irade verilmiş olduğunu anladı. Şeytanın nasıl kazandıracağını ona nasıl karşı koyabileceğini anlamış oldu. Hem şeytanı hem kendi nefsini hem de kendinde var olan iradeyi tanıdı. İşte oruçta böyle yani bize irademizi hatırlatıyor, irademizin varlığının fark ettiriyor. ‘Yemeyeceğim, içmeyeceğim’ diyoruz ve yemiyor, içmiyoruz.
İnsan, kendisindeki iradeyi anladığı zaman şunu da anlamış oluyor; ‘Demek ki ben bir günaha girdiğimde, irademi kullanmadığım için o günaha giriyorum. Aslında ben de irade var ama ben irade mi kullanmıyorum.’ Böylece insan haşa Allah’ı suçlamayacak, kendini suçlayacaktır. Allah bana emir verdi ve o emri yerine getirebilmem içinde irade verdi.
İşte insan oruç sayesinde; ‘ben oruçlu iken irademi kullanmayı başarıyordum, demek ki bende irade var. Ama ben başka meselelerde Allah’ın emrine karşı gelerek günaha giriyorsam hata bende olur. Çünkü ben, bana verilen iradeyi kullanmadım’ demiş oluyor.
Sunucu: İnsan, en temel ihtiyaç olan yemeden içmeden bile iradesini kullanarak kesilebileceğinin pratiğini; oruç ile göstermiş oluyor.
Alparslan Kuytul: Evet. İnsanın en temel ihtiyaçları bunlardır. İnsan, yeme, içme ve helal yol ile olmak şartıyla cinsi münasebet… bütün bunlardan kendi eliyle, kendi isteği, kendi iradesiyle uzaklaşıyor ve zaten en büyük arzusu da bunlardır. Bunlardan da kendi iradesiyle, kimsenin baskısı olmadan uzaklaşabiliyor. Demek ki bize verilmiş olan irade, aslında çok da zayıf değildir. İnsan ‘günaha giriyor ve kendime hâkim olamadım’ diyor. Aslında bunun kıyamet gününde kabul edilmeyeceğini bilmelidir. Çünkü insan kendisine hâkim olabilir. İnsandaki en büyük arzular yeme içme ve cima arzusudur. Ramazan’da bunların hepsinden de uzak kalabiliyor. Demek ki insana verilen irade; insanı durdurabilecek kadardır. Mesela taksiye bir fren yapılmıştır, o fren taksiyi durdurabilecek kadardır. Yani bir bisikletin freniyle taksi durur mu? Durmaz. Bir motosikletin freniyle durur mu? Durmaz. Bir taksinin freniyle bir kamyon durur mu? Hayır durmaz. Yani bir taksinin freni kamyonu durduramaz. Taksiye, taksiyi durduracak şekilde bir fren yapılır. Kamyona da kamyonu durduracak bir şekilde bir fren yapılır. İnsanlar bile bunu düşünüyor, Allah Azze ve Celle düşünmez mi? İnsanın neye, nasıl bir güce, nasıl bir gaza, nasıl bir frene ihtiyacı var? Allah bunu biliyor ve ona göre de irade ve şehvet veriyor. İnsana güçlü arzular insana verildi ki çalışsın ve yeryüzünde bir medeniyet meydana getirsin. İnsan bu dünyaya çalışmak için gönderildi. Çünkü tabiri caizse insana gaz ve aynı şekilde bir de fren verilmiştir. Bu oruçta da bu freni fark ediyoruz.
Peygamberimiz de bi hadiste bunu ifade ediyor. “Kim bana, iki çene ve bacak arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil olurum.” (Buhârî, Rikak 23) Bu hadiste; insanları cehenneme götüren en büyük tehlike bu iki şeyden kaynaklanıyor ve oruçta da bunlar frenleniyor. Yani insan ağzını kontrol etse ve iki bacağının arasını, arzusunu, şehvetini kontrol etse insan cennetlik oluyor. Oruçta da bunlar yasaklanıyor. Yani yaklaşık günde 15-16 saat, bazen 17 saat bunlardan mahrum oluyorsunuz. Mesela yılda 1 ay, günde 15-16 saat oruç tutan insan, artık antrenmanlı bir insandır. Böyle bir insanın nefsine hâkim olmasıyla, oruç tutmayan bir insanın nefsine hâkim olması kesinlikle aynı olamaz. Hayatında hiç oruç tutmamış olan bir insan bir gün aç kalacak olsa kıyameti koparır. Bizim için önemli değildir. Biz oruç tutmaya, aç kalmaya ve susuz kalmaya alışkınız. Hayatta her türlü durum olabilir. İnsan oruçla antrenman yapmış oluyor. Çünkü bazen savaş olur, kıtlık olur, aç kalırsınız, bazen bir olay yaşarsınız, üç gün yemek yiyemezsiniz. Aslında insan bu dünyaya imtihana gönderilmiştir. İnsan her türlü şey ile karşı karşıya kalır ve bunlar için de antrenman yapmış olur.
Sunucu: Gerçekten söylediğiniz örnekler mahiyetinde; insanlar yakın zamanda 2 günlük sokağa çıkma yasağı sebebiyle marketlere akın etti hatta kavgalar yaşandı. Bisküvi, gazoz, kola türü şeyler almaya giden insanlar bile gördük.
Alparslan Kuytul: Evet. Bizim apartmanın altında bakkal var ben ondan bir şey almış değilim. Yani ne olacak diye hiç öyle bir korku yaşamadık. Evde ne varsa onunla idare ederiz. Ekmek bile almadık. Ekmeğe izin veriliyor ama izin verilmeseydi bile var olanlarla idare ederdik. Hiç mesele olmazdı. Yani gerçekten de bir Müslüman aslında namaz, zekât, oruç, Hac ve cihad ile çok güzel bir eğitimden geçmiş oluyor. Böyle ikinci bir din yok. Çünkü bu din Allah’tandır ve Allah’ın muradı insanları yükseltmek, kamilleştirmektir. İnsan bir bakıma hammadde gibi bir dünyaya geliyor ve üzerinde çalışılıp, işlenip, kaliteli hale getirilmesi gerekiyor. Allah da bu ibadetler ile kullarını kaliteli hale getiriyor. Ramazan ayının bir önemi de buradan gelmektedir. Tabii diğer taraftan da Ramazan ayında Kur’an nazil olduğu için yeryüzünde inkılaplar gerçekleşmiştir. Kur’an sayesinde yeryüzünde diriliş hareketi başlamıştır.
Ramazan’da Kur’an’ın İndirilmesiyle Neler Değişti?
Bir görüşe göre ‘ikra’ ayetinin geldiği günler, Ramazan ayı içerisinde olmuştur. Çünkü Bakara 185. Ayette ayette “Ünzile fîhil kur’ên” “Kur’an onda (o ayda) indirilmiştir.” Demek ki İkra’nın gerçekleştiği olay, Peygamberimize Hira dağı’nda vahyin gelmesi olayı Ramazan ayında gerçekleşti. Ramazan’da vahyin başlamasıyla ne oldu? Yeryüzünde inkılaplar gerçekleşti. Her şey değişti, büyük bir hareket meydana geldi, saltanatlar yıkıldı, İran’ın saltanatı yıkıldı, Bizans’ın saltanatı yıkıldı, Yemen’in, Habeşistan’ın saltanatları yıkıldı, o günün süper güçlerinin saltanatları yıkıldı, kula kulluk ortadan kalktı, insanların sadece Allah’ın kulları olması gerektiği öğretildi, cahiliye hayatına son verildi, içki, kumar, faiz, zina gibi bir sürü pislikler, cinayetler, her türlü kötülüğün hepsi haram kılındı ve insanlar, iman edenler bunlara uydular ve yeni bir insan modeli meydana geldi. Yeni bir toplum, yeni bir dünya meydana geldi. Çünkü hukuk diye bir şey yoktu. İslam’dan evvel hukuk normları ortaya konuldu. Allah Azze ve Celle kanunlar gönderdi ve insanlara hukuk devleti diye bir şeyin olduğu gösterildi. Adaletin, mülkün temeli olduğu öğretildi. Yani o zaman da ne kölenin hakkı vardı ne kadının ne çocuğun ne de fakirlerin ama hepsinin haklarının olduğu ortaya konuldu. Her alanda devrimler gerçekleşti ve zalimlerin saltanatları yıkıldı. Yani bu yönden de bakıldığı zaman bütün bu dünyayı değiştiren olaylar Ramazan ayında başladı. Bu yönüyle de Ramazan çok önemli bir görev ifa etmiştir.
SORU 3: Hocam, Ramazan ayından bahsedilirken hadis-i şeriflerde “Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennem ateşinden kurtuluştur” buyuruluyor. Bu hadisi nasıl anlamalıyız?
Bu hadisi çeşitli şekillerde yorumlayanlar olabilir ama ilk akla gelen şey şudur: İnsan Ramazan’da oruç tutmaya başladığı zaman Allah’ın rahmetine müstahak olur, evveli yani ilk on günü oruç tuttuğu zaman Allah’ın rahmetine müstahak olur. Sonra bir on gün daha oruç tuttuğu zaman Allah’ın mağfiretine yani bağışlamasına müstahak olur. Sonraki on günü de tuttuğu zaman yani toplam otuz gün tuttuğu zaman cehennemden kurtulmuş olur. “Ramadan” kelimesi de bu manadaydı. Yani günahları temizleyen ya da günahları yakan dolayısıyla günahları yanmış olan insan tabii ki ateşten kurtulacaktır. Peygamberimizin kastettiğinin de bu olduğunu söyleyebiliriz.
Biz oruç tutarken; ilk on gün oruçlu olduğumuzda, Rabbimizin rahmetine müstahak oluyoruz. Biz de bunun verdiği bir heyecan ve istek olmalıdır. Rabbim bana rahmetiyle muamele edecek, ben O’nun rızasını kazanmak için sabahtan akşama kadar yiyip içmediğimde hem mideme oruç tutturursam hem de diğer azalarıma oruç tutturursam, ben orucu tutuyorum gibi oruçta beni tutarsa o zaman Allah’ın rahmeti benim üzerime olacaktır. Ondan sonra on gün daha tutarsam Allah’ın mağfireti benim üzerime olacak, beni bağışlayacaktır. Demek ki önce Allah o kuluna karşı rahmet ediyor, merhametli davranıyor. Allah Azze ve Celle mağfirete hazırlanıyor yani kulunun ilk on günkü orucu, Allah’ın ona olan merhametini coşturuyor. On gün oruç tuttuğumuzda Allah’ın bize olan merhameti artıyor. Ondan sonraki on günde de o merhametin sonucunda bizim günahlarımızı bağışlamaya başlıyor. Sonraki on günde de kulunun günahlarını bağışlıyor, ateşten kurtarıyor. İşte o zaman kul cennetlik oluyor.
SORU 4: Hocam, Ramazan ayının her yıl 10 gün öne gelmesinin hikmeti nedir?
Bunun hikmeti de şudur; Güneş takvimine göre olsaydı, o zaman hep aynı ayda oruç tutmuş olacaktık. Mesela mayıs ayında ya da temmuz ayında, ağustos ayında ya da aralık ayında olacaktı ve o zaman diğer mevsimlerde oruç tutmaya alışmayacaktık. Halbuki hayatta her türlü durum vardır. Her mevsimde aç ve susuz kalmaya alışmak icab eder.
Allah Azze ve Celle, orucu ay takvimine göre emretti. Mesela namaz dinin direğidir. Namazı neye göre kılıyoruz? Güneşe, Güneş’in hareketlerine göre kılıyoruz ama orucu ay takvimine göre tutuyoruz. Yılın her mevsiminde oruç tutmuş olalım, her sene 10 gün geriye geldiği için 36 yıl sonra yılın tamamında hem uzun günlerinde hem kısa günlerinde hem soğuk günlerinde hem sıcak günlerinde oruç tutmuş oluyoruz. Çeşitli mevsimlerde oruç tuttuğumuz için o mevsimin gıdalarından ya da meyvelerinden de gündüzleri kendimizi mahrum ederek yememeye çalışıyoruz. Diğer taraftan da her zaman ‘oruç fakirlerin halini anlamayı sağlar’ diye söylenir. Fakirin her mevsimde ki halini anlamış oluyoruz. Mesela kışın insan aç olduğu zaman daha çok üşür. Oruç tuttuğumuz zaman en kısa 12 saat falan tutuyoruz. Kışın soğuk olduğu için onun da kendine göre bir zorluğu vardır. Yani fakirin halini anlıyoruz. Fakir aç, kışın üşüyor. Her mevsimde oruç tutmak suretiyle; irademizi kullanmayı öğreniyoruz, her mevsimin meyvelerinden kendimizi mahrum etmeyi öğreniyoruz. Eğer Allah Azze ve Celle her zaman aynı mevsimde; Temmuz, Ağustos veya Eylül de tutun diye emretseydi ne yapacaktık? Belki de tutmayanlar çok olacaktı. Mesela bundan 30 yıl önce oruçlular, teravihe gidenler artmıştı. Hatta bu durum 10-15 yıl devam etti. Sonra azalmaya başladı. Yani oruç aylarının yaza denk gelmesiyle oruç tutanların azaldığını duymaya başladık. Adana gibi yerlerde Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül olmak üzere 4 ay çok sıcak olur. 12 yılda bu 4 ay geçti. Bu yıl oruç, nisan sonu Mayıs’a geçeceğiz. Bu yıldan sonra tekrardan önümüzdeki 20 yıl boyunca oruçlular her sene daha fazla artabilir. Çünkü günler kısalıyor ve daha serin günler olacağı için oruç tutanların sayısı da artabilir. Eğer her zaman sıcak bir mevsimde olsaydı temmuz ayı gibi o zaman oruç tutmayanlar çoğalırdı. Günah işleyenler çoğalırdı. Meselenin bir de bu yönü vardır.
Allah-u Teâlâ ‘her zaman mayıs ayında tutun’ demeye mecbur değildir. Allah isterse ‘Ağustos’ta tutun’ der. Bu da bazı insanların günaha girmesine, oruç tutmamasına, Allah hakkında suizan da bulunmasına yol açabilir. Ama her sene 10 gün geriye geldiği zaman böyle bir ihtimal de ortadan kalkmış oluyor. Bunun gibi daha başka hikmetlerde sayılabilir. Bana göre; bu hususta doktorlarımızın da bir açıklama yapmasında fayda vardır. Bu yalnızca benim işim değil, doktorlarında alanına giriyor. Yani farklı mevsimlerde oruç tutmanın bünyeye, insan vücuduna nasıl bir faydası vardır? Orucun insan psikolojisine, fizyolojiye, insanın midesine veya başka azalarına ne gibi bir faydası vardır? Doktorlar eğer yapılmadıysa bu konuda bir araştırma yapmalıdır. Oruç, neden her mevsimde emredildi? Neden her sene 10 gün geriye gelmesi istenildi? Orucun insan vücudunda ki olumlu faydaları nelerdir? Her sene aynı ay da tutulsaydı, nasıl bir kötü sonucu olurdu? Uzmanlarımızın, doktorlarımızın bu konuyu da incelemesinde fayda görüyorum.
SORU 5: Hocam, Allah Azze ve Celle emrettiği “Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı)” ayetini nasıl anlamalıyız?
Bakara suresi 183. ayette “Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı)” buyuruluyor. Allah Azze ve Celle, bunu bize neden haber veriyor? Bunun birkaç sebebi vardır. Birinci sebep; Oruç bir tek size farz kılınmadıysa, tüm insanlara farz kılındıysa onu yapmak insanlara kolay gelir. Mesela bir bela tüm insanlara geldiyse o belaya sabretmek o insana kolay gelir. Şu anda bütün Türkiye’ye daha doğrusu 31 şehirde sokağa çıkma yasağı var. Sokağa çıkma yasağı bir tek bize getirilmiş olsaydı bu yasak bize biraz daha zor gelirdi ve o zaman kendimiz hapsedilmiş gibi hissederdik. Hapis cezasının bir zorluğu da bütün insanlar dışarıda iken sizin içeride olmanızdır. Türkiye’nin yarısına böyle bir emir verildiği, sokağa çıkma yasağı getirildiği zaman çok önemli bir işiniz yoksa insana zor gelmiyor. Allah Azze ve Celle onun gibi “Sizden öncekileri de farz kılınmıştı” buyurarak demek istiyor ki ‘bu emri bir tek size değil herkese verdim, bu sebeple zor gelmesin, sizden öncekiler de tuttular, siz de tutun.’ Bu ayet aynı zamanda şu mesajı da veriyor; ‘Hepiniz kardeşsiniz, tek olan Allah’ın tek dini olur. Benim de dinim bir tane ve sizden öncekilere de bunu emretmiştim, aynı din olan İslam’a mensupsunuz, sizden önce iman etmiş olan önceki ümmetlerle de kardeş olduğunuz için size de bunu emrettim.’ Böylece Allah Azze ve Celle, Müslümanlara geçmiş Müslümanlar ile kardeş olduklarını, aynı dine mensup olduklarını, kendilerine de aynı emirlerin verildiğini hatırlatıyor. Bunun bir faydası da şudur: Öncekiler dinlerini bozmuşlar şu anda ne Yahudiler de ne Hıristiyanlar da bizim tuttuğumuz gibi bir aylık bir oruç yoktur. Tevrat’ta Musa Aleyhisselam’ın oruç tuttuğundan bahsediliyor ama kendileri oruç tutmuyorlar. Bazıları, Kudüs’ün kurtarılması hatırasına bir hafta kadar oruç tutar, bazıları temmuz ayının içinden bir günün -temmuzun 10’unda- oruç tutulması gerektiğini söyler, bazıları ağustos ayında bir gün oruçlu olunması gerektiğini söylerler. Yahudilikte de Hıristiyanlıkta da bir ay oruç yoktur.
Sunucu: Hocam, ayette buyurulan ‘sizden öncekiler’ den maksat Yahudi ve Hristiyanlar mı? Ayette geçen sizden öncekilerden kasıt nedir?
Alparslan Kuytul: Aslında hepsidir. “Sizden öncekiler” dendiği zaman akla ilk gelenler İsrailoğulları’dır. Bizden önceki ümmetler de İsrailoğulları’dır ama esasında Allah Azze ve Celle böyle bir ayrım yapmıyor; yani sizden öncekiler derken yakın olanlar demiyor. Demek ki tamamı, Hz. Adem’den itibaren tüm Müslümanlar kastediliyor. Allah Azze ve Celle aslında namazı da orucu da tarih boyunca tüm Müslümanlara emretmiş ama bu ayet sayesinde şunu anlıyoruz demek ki onlar dinlerini bozmuşlar. Ayette ‘sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı’ demek ki bizden öncekilere de farzmış, müstehap değilmiş; yani onların isteğine bırakılmamıştır. İster tutun ister tutmayın, oruç tutmanız müstehaptır, denilmemiştir. Bir tavsiye şeklinde değil nasıl bize emredilmişse onlara da emredilmiştir.
Bakara 185. Ayette “Öyleyse sizden kim bu aya şahid olursa (erişirse) artık onu tutsun.” Yani Allah Azze ve Celle “Ramazan ayını, Ramazan hilalini görürse ya da görenden duyarsa, görüldüğünden emin olursa oruç tutsun” buyuruyor. Bize nasıl ki böyle emredilmiştir, bizden öncekilere de böyle emredildi yani farz kılındı. Ama şu anda bu emir onların hayatlarında var mıdır? Ne Musa Aleyhisselam’ın ümmetinde ne İsa Aleyhisselam’ın ümmetinde ne de Hz. Musa’dan önceki peygamberlerin izinden gittiğini söyleyenlerde böyle bir oruç mevcut değildir. Hıristiyanlar da aslında orucu biliyorlar. Eski Mısır’da, eski Yunan’da, eski Roma’da da oruç vardı. Putperestlerde bile oruç vardı. Hindu’lar da bir nevi putperesttirler ve şu anda Hindular kendi bildikleri şekli ile hala oruç tutuyorlar. Bu aslında orucun bütün dinlerde olduğunun bir delilidir. Hem Tevrat’ta hem İncil’de oruçtan bahsediliyor ama emredilmiyor. Hem öyle hem de Hindularda hala oruç var ve Kur’an’da da oruç vardır. Demek ki Allah Azze ve Celle insanları eğitmek için insanlık tarihi boyunca orucu emretmiştir. Çünkü bizim oruca ihtiyacımız var ise bizden evvelkilerin de ihtiyacı vardır. Yani onlara da emredilmiş tavsiye edilmemiştir.
Allah Azze ve Celle Bakara 183. Ayette “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi” buyururken birincisi; sizden öncekilere tavsiye edilmemiş, farz kılınmıştır. Yani sayı ve gün itibariyle (bir kameri ay; 29 ya da 30 gün) farz kılınmıştır. İkinci olarak; öncekilere de Ramazan ayında farz kılınmıştır. Yani vakit yönünden de farz olması yönünden de aynıdır. Ramazan ayında, gün sayısı olarak (29 ya da 30 gün) ve bir de vasıf yönünden de aynıdır.
Sizin orucunuz nasılsa, onların orucu da öyleydi. Onlara emredilen de imsak vakti dediğimiz o vakitten akşam güneşin batışına kadar yani akşam namazına kadar sürede oruçlu oluyorlardı. Demek ki bizim orucumuz ile aslında onların orucu arasında bir fark yoktur. Onların orucu da bizimki gibi her türlü yeme, içme ve cimanın yasaklanması şeklindeydi, ama ne hale getirdiler? Mesela Hristiyanlıkta orucu perhize çevirdiler. Mesela belli günlerde Fısıh Bayramı’ndan önceki büyük oruç gibi. Ehli kitaptan bazıları buna benzer oruçları icat ettiler ve güya oruç oldukları günde, aslında perhiz yapıyorlar ve diyorlar ki hayvansal gıdalar bize yasaktır. Bazısı et, bazısı balık yemiyor, bazısı süt ve süt ürünleri gibi hayvansal gıdalar yemiyor ve bunu oruç olarak kabul ediyorlar; halbuki bu oruç değil ki bu sadece bir perhizdir. Et yemiyor ama başka şeyler yiyorlar, bunun ne manası var?
Orucun bir manası da insanın midesini rahatlatmasıdır. Vücudun, on bir ay çalışan midenin bir ay rahatlamaya ihtiyacı var. Tabi akşamleyin de çok yememek, sahurda da aşırı yememek gerekir. Şimdi onların uydurduğu oruç değil, perhizdir. Balık yemeyeceksin diyor ama et yiyor; koyun eti yiyor ya da domuz eti yiyor. Et yemiyor, balık yiyor. Et yemiyor, tavuk eti yiyor. Eti yiyor ama sütü içmiyor. Oruç olması için hiçbir şey yememesi, içmesi gerekir. Zaten doktorlar da gerçekten de bu şekilde olduğu zaman orucun faydalı olduğunu söylüyorlar. Bu ayette şunu anlamış oluyoruz; demek ki bizden önceki ümmetler orucu bozmuşlar ve Kur’an-ı Kerim bu ayeti ile aslında önceki ümmetlerin kitaplarını, dinlerini nasıl bozuklarını da bize öğretmiş oluyor.
Peygamberimizden gelen bazı rivayetlerden ya da bazı tarihi malumatlardan şunu öğreniyoruz, onlara da oruç farzdı. Peki, onlar ne yaptılar? Böyle bizimki gibi her sene 10 gün geriye gidiyordu ve yaz mevsimine denk gelmişti. Hem hava sıcak hem de günler uzundu, bunu kendilerince değiştirdiler. ‘Biz bunu bahara alalım, bahara sabitleyelim. Nisan ya da mayıs gibi her zaman güzel havaların olduğu bir zamana sabitleyelim, orucumuzu böyle günlerde tutalım diye kendi kendilerine karar verdiler ve bu suçumuza karşılık on gün daha ekleyelim kırk gün oruç tutalım’ dediler.
Sunucu: Suç olduğunu biliyorlardı, suç olduğunun farkındaydılar” diyebilir miyiz?
Alparslan Kuytul: Normalde farkındaydılar. ‘Bu yaptığımız şey normal değil, Allah’ın emrine karşı gelmiş oluyoruz. Allah bizi affetsin bir 10 gün daha ekleyelim belki Allah bizi affeder’ demiş oluyorlardı. Bir kere bu ibadettir ve ibadette önemli olan inkıyattır. (Allah’a boyun eğmek, Allah’a teslim olmaktır) Allah’ın elbette bizim oruç tutmamıza ihtiyacı yok ve insanın Allah’a teslim olması nasıl söylenmiş ve emredilmiş ise o şekilde davranması icap eder. Önceki milletler bunu böyle yaptılar; yani 30’u 40’a çıkardılar. Bir kralları vardı, kral hasta olunca adakta bulundu “Ben eğer bu hastalıktan kurtulursam 40 gün oruca 7 gün de ben ekleyeceğim” dedi. Kral iyileşti, ondan sonra ‘bir hafta daha ekliyorum’ dedi ve 47 güne çıkardı. O kral öldükten sonra başka kral geldi, o da ‘neden 47 olsun, 50 olmasın ki biz bunu 50’ye çıkartalım’ dedi. Ondan sonra baktılar bu da fazla oldu. Otuz iken, elli oldu. Böyle de olmaz ki dediler ve sadece bir güne indirdiler.
Sunucu: Azar azar artırırken, sonra toptan indirmişler.
Alparslan Kuytul: Onlar böyle arttırdılar, azalttılar peygamberimiz onlara benzemeyelim diye “yevmi’ş-şek” dediğimiz Şaban’ın son günü mü yoksa Ramazan’ın ilk günü mü belli olmayan o günde Ramazan niyeti ile oruç tutmayı mekruh kabul etti. Yani Peygamberimiz o gün de Ramazan niyetiyle oruç tutmayı yasakladı. Tamamen haram olmasa bile mekruh olarak kabul ediliyor. Müçtehidler tarafından yasak; tamamen tahrim için değil de kerhiyyet ifade ediyor. Bir insan Şaban’ın son günü mü yani otuzuncu günü mü yoksa Ramazan’ın birinci günü mü bilmiyorsa hilale bakması gerekir. Mesela Şaban’ın 29’unda çıkıyorsunuz, bakıyorsunuz hilali göremiyorsunuz, Şaban’ı 30’a tamamlamanız gerekir. Ondan sonraki gün otomatikman Ramazan’dır. Şimdiki gibi dün Şaban’ın otuzuydu ve Şaban 31 olamayacağı için ondan sonraki ay yani Ramazan ayı başlamış oldu. Böyle bir kural konuldu, Şaban’ın 29’unda çıkıp hilale bakıyorsunuz göremediğiniz zaman Şaban ayını 30’a tamamlıyorsunuz yani Ramazan kabul etmiyorsunuz ve İslam o günü Ramazan’dan saymadığı halde eğer birisi ne olur ne olmaz diyerek Ramazan niyetiyle oruç tuttuğu zaman, İslam bunu mekruh olarak görüyor. Neden? Buna “yevmi’ş-şek” yani şüpheli gün denir. Neden mekruh olarak kabul ediliyor? Çünkü o gün Ramazan değilse Ramazan’a bir gün eklemiş ve Hıristiyanlara benzemiş olacağız. İşte Allah Azze ve Celle bunu istemiyor ve Peygamberimizin diliyle bize ‘bunu yapmayın’ buyuruyor ve öğretiyor. Şaban olarak kabul edin yani Şaban’ın 29’unda hilali göremezseniz Şabanı 30 sayın, ertesi günü Şaban kabul edin, Ramazan kabul etmeyin. Neden? Ramazan’a bir gün ilave etmiş ve Hristiyanlara benzemiş olmayasınız diye. İşte burada böyle bir hassasiyet görüyoruz.
İslam kendisine hiçbir şey eklenmesine müsaade etmez. Bidatler konusunda da öyledir, dinde olmayan bir şeyi dine eklemek hiçbir şekilde kabul edilemez. Diyelim ki mezara gittiniz, mezara gittiniz zaman dua edilir, Kur’an okunur ama birisi kalkıp da mezara bir çaput bağlar, bir mum yakarsa ya da buna benzer bir şey yaparsa bu bidattir, hurafedir, haramdır. İslam kendisine bir şey ilave edilmesine müsaade etmez. İslam’dan ne bir şey çıkartabilirsiniz ne de bir şey ekleyebilirsiniz. Herkes bir şey eklerse o zaman doğrular kaybolur, gider. Herkesin dine bir şey eklediğini düşünün, o zaman din diye bir şey kalmaz; yanlış ile doğru birbirine karışır, din çok zorlaşır ve safiyetini kaybeder. İşte ondan dolayı bidatler de haramdır, bidati çıkarmak da haramdır, bidate uymak da haramdır. Kısaca İslam kendisine bir şeyin eklenmesine ve bir şeyin çıkarılmasına müsaade etmiyor.
Bu noktaya gelmişken şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Günümüzde Allah’ın hükümlerinin aynen alınmasını şart görmeyen bazı ilahiyatçılar var. Pakistan asıllı, İngiltere’de yaşamış, ölmüş Fazlurrahman gibiler ve onun buradaki temsilcileri, esas itibarıyla oryantalistlerin talebeleri, müsteşriklerin talebeleri “Dinin ruhunu alalım, şeklini aynen almanız gerekmez” gibi birtakım laflar söylüyorlar. Aslında bu konuşmalarıyla Hıristiyanlara benziyorlar. İşte Hristiyanlar da böyle yaptılar; onlar da akılları sıra “Ruhunu alalım, şekli önemli değil, illa da şu ayda olması şart mı, başka bir ayda da olabilir, böyle olması şart mı, şöyle de olabilir” dediler ve dini bozdular. Ruhunu alalım, şekli önemli değil diyenler; ruhu da Allah’tandır, şekli de Allah’tandır. Ne ruhuna ne şekline müdahale edebilirsiniz. Bizden öncekilerin böyle yaptığını Kur’an-ı Kerim bize haber vermiş oluyor ve onların foyasını ortaya çıkarıyor. Aslında Kur’an-ı Kerim ‘Onlar böyle yaptılar, aslında biz onlara size emrettiğimiz gibi emretmiştik’ “Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı)” ama onlar bozdular, diyor. Şu anda onların dinlerinde bunu görmüyorsunuz çünkü onlar Kur’an’ın deyimiyle bozdular.
Kur’an’ın bir vazifesi de geçmiş kitaplardan bozulmuş olanları ortaya koymak, bunu yapan zalimleri deşifre etmek, dinin bozulan kısımlarını düzeltmektir. Bu ayet aslında ehli kitabın yaptıklarını, dinlerini bozduklarını, şeriatlarını, ibadetlerini, Allah’ın ahkamını değiştirdiklerini ortaya koyuyor. İşte bundan dolayı onlardan görev alındı. Yeni bir peygamber gönderildi ve yeni bir ümmet görevlendirildi. Çünkü onlar böyle davranmışlardı. “Bize de onlar gibi olmayın, siz de ne ibadetleri ne de ahkamı ne İslam’ın kanunlarını ne ceza hukukunu ne muamelata dair gündelik hayat ile ilgili alışveriş gibi miras gibi nikah gibi talak gibi meseleleri değiştirmeye kalkışmayın. Bütün meselelerde nasıl hüküm gelmişse aynen onlara bağlı kalın, değiştirmeye kalkmayın, Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyin” denildi. Yani bu ayet bu yönüyle de önemli, demek ki onlara da bize nasıl emredildiyse aynen öyle emredilmiştir.
Semavi dinler diyenler, dinler arası diyalog taraftarları; semavi dinler çoğul ifadesiyle yani gökten gelen Allah’ın gönderdiği dinler demektir. Oysa Allah’ın gönderdiği din bir tanedir. “Dinler” diye bir kavram yanlıştır. İşte Allah Azze ve Celle ‘öncekilere farz kılındığı gibi aynı şekilde size de farz kılındı’ buyuruyor. Demek ki öncekilere verilen emirler bize de verilmiştir. İnanç esasları, iman esasları aynı ve ibadetlerin birçoğu aynı olduğu gibi haramların birçoğu da aynıdır. Bazı konularda fark vardır. Şeriatlar arasında fark vardır. Mesela İsrailoğullarına hayvanların iç yağı haram kılındı, cumartesi günü çalışmak ve balık avlamak vs. haram kılındı. Bunlar esasında Allah’ın haram kıldığı şeyler değildi, onların günahları sebebiyle onlara ceza olarak bunlar haram kılınmıştır. Aslında iman esasları aynı, ibadet esasları aynı, ahlak esasları aynı, muamelata dair meselelerdeki hükümler aynı, haramlar aynı, helaller aynıdır. Aslında %99’u aynı diyebiliriz; birkaç meselede fark var, o da Allah’ın onlara bir ceza olarak haram kıldığı şeyler yani şeriat kısmındadır. Ufak tefek farklar olsa bile %99’u aynıdır ve dolayısı ile de semavi dinler diye bir kavram da kabul edilemez. Allah’ın gönderdiği din bir tanedir. Bütün peygamberlere verilen de İslam’dır. Din esasları, iman esasları da tamamen aynıdır. Şeriat kısmında ufak tefek farklar vardır. O yüzden sanki Allah’tan birkaç tane din gelmiş gibi ve Allah’ın şimdiki Yahudiliği ve şimdiki Hristiyanlığı da kabul ediyormuş gibi bir ifade kabul edilemez. Böyle bir tabir semavi dinler ya da İbrahimî dinler gibi bir tabir kabul edilemez, Allah Teâlâ aslında onların dinlerini bozduklarını bu ayet ile bize söylemiş oluyor.
SORU 6: Hilal gözetleme konusundaki hassasiyetin azalması bir tahrifat mıdır?
Olması gereken; her sene çıkıp da hilali gözetlemektir. Sünnet olan budur. Peygamberimiz ‘çıkın hilale bakın, görürseniz ertesi gün Ramazan’a başlayın’ buyuruyor. Aynı şekilde bayramda da “Ramazan’ın 29’unda çıkın, bakın. Şevval hilalini görürseniz ertesi gün bayram yapın, görmezseniz Ramazan’ı 30’a tamamlayın, ondan sonraki gün bayram yapın” buyuruyor. Peygamberimiz aslında hilali gözetlemeyi bize emrediyor ama şimdi son yıllarda biraz da teknolojinin gelişmesi ile artık bunları hesap yoluyla anlamak, bilmek mümkün gibi düşünüyorlar. Hesap yoluyla yapıyorlar, çıkıp da artık bakmıyorlar. Halbuki hesaplar arasında da fark olabiliyor. Mesela ben hatırlıyorum Mısır’da iken Mısır’ın takvimi ile Türkiye’nin takvimi birbirini tutmuyordu. Orada da uzmanlar var, orada da cihazlar var. Yani Kandilli rasathanesi gibi orada da var. Demek ki ya hesaplamalarda hata var ya uzmanların uzmanlığı mı iyi değil, belki de ilim daha o noktaya gelememiştir, tam hesaplayamıyordur. Onun için bundan 30 sene kadar önce bir toplantı yapılmıştı. Arabistan’da ilim adamları toplanmışlar ve hilal dünyada nerelerden güzel görünüyorsa oradan izleme yapılsın, hesap yapılsın, oradan hem çıplak göz ile hem de teleskop ile izlensin ve oradan tüm dünyaya ilan edilsin. Arabistan devletinin kontrolünde, sanıyorum Mekke’de bir bina yapılacaktı. Burada hem çıplak gözle hem teleskoplarla hem de hesap yapan uzmanlar olacaktı. Dünyanın birkaç yerinden de böyle bu şekilde hilalin net berrak görüldüğü yerlerden haber gelecekti. Yani her tarafa bir görevli konulacak, sonra bu bilgiler oradan dünyaya ilan edilecekti. Bu hilal tartışmasını bitirecek olan güzel bir karardı. Herkes oradan haber beklerdi, her kafadan bir ses çıkmazdı ama bir güç bunu engelledi. O güçleri tahmin etmek zor değil, bir güç bu kararı engelledi ve o binada yapılmadı, o uzmanlarda çalışmaya başlamadı ve hilal tartışma halen devam ediyor. Tekrardan o kararın gündeme gelmesi ve bu sorunun çözülmesinde fayda vardır ama Arabistan’ın böyle bir derdi yok. Çünkü Amerika ve Avrupa, Müslümanlar arasında bu tartışmanın olmasından memnun ise herhalde Arabistan’ın yetkilileri de kralı da kralın oğlu da buna karşı durmaz ve bu tartışmayı bitirelim gibi bir derde düşmezler.
SORU 7: Zorluk ve hikmet bakımından orucu, namaz veya zekât ile kıyaslamak mümkün müdür?
Bu üç ibadetin içerisinde aslında belki en kolayı namazdır. Ondan sonra zekâttır ve en zoru da oruçtur. Allah Azze ve Celle Ahzâb suresi 35. Ayette “Namazında huşu içerisinde olanlar erkekler ve kadınlar, zekatını veren erkekler ve kadınlar” buyuruyor. Bu ikisini söyledikten sonra bir de “Orucunu tutan erkekler ve kadınlar onlara cennetler vardır” diye ayet devam ediyor. Allah Azze ve Celle onlardan razı olmuştur, onlara rahmetiyle muamele edecek ve onları cennetine kabul edecektir. Demek ki bu işleri yapan, bu amelleri işleyen kimseleri Kur’an-ı Kerim övüyor. Burası övgü makamıdır, metih makamıdır, Allah onları methediyor. Metih makamında önce namaz kılanlar sonra zekât verenler sonra da oruç tutanlar yer alıyor. Oruç burada en sona bırakılmıştır. Çünkü en zor olanı oruçtur ve sıralama olarak da o şekilde gelmiştir. Yani önce namaz, sonra zekât ve ondan sonra da oruç emredilmiştir.
Allah Azze ve Celle kullarını alıştırmak için daima kolaydan zora doğru gider. Bu Allah’ın sünnetidir. Rab olduğundan dolayı terbiye etmeyi bilendir, kolaydan zora doğru gitmek gerektiğini bilmektedir. O yüzden namaz ile başlamış ve en son orucu emretmiştir. Çünkü oruç bunların içerisinde en zorudur ve en sevaplısıdır. Ama şunu görüyoruz ki bazı insanlar namaz kılmıyor ama oruç tutuyor. Yani namaz kılmadığı halde oruç tutan bir sürü insan vardır. Namaz daha zor geliyor. Bu nasıl açıklanacak? Oruç kolay ama namaz zor geliyor. Halbuki ‘namaz daha kolay olduğu için namaz önce emredildi’ diyoruz. Burada ki çelişki şöyle açıklanabilir; namaz yıl boyu her gün olduğu için o yönüyle zor gelmektedir. Yoksa namaz oruçtan daha kolaydır. Yani beş vakit namazı ele alırsanız 1-2 saatte biter. Hızlı kılanlar 1 saatte bitirir, biraz yavaş kılanlar bir buçuk 2 saatte bitirirler. Sırf böyle bakarsanız oruçtan daha kolaydır. Ama bunun yıl boyu olduğunu düşündüğümüz zaman zorluk başlıyor. Yıl boyu olması zorlaştırıyor, yoksa namaz aslında oruçtan da kolaydır. Aslında gerçek oruç, namazdan zordur. Namaz oruçtan zor diyen insanlar aslında gerçek oruç tutmayanlardır. Hakiki oruç sadece midenin tuttuğu oruç değildir. Gerek göz gerek kulak gerek dil gerek el, ayak bütün azaların tuttuğu oruçtur. Hatta kalp ile oruç tutmak hakiki oruçtur. Yani yalnız midenin değil, yalnız azaların da değil bir de kalbin oruç tutması gerekir. Yani oruç üç derecedir.
Tasavvuf erbabı, orucun üç derece olduğunu söyler:
1. Avamın orucudur. Yani halkın orucu; midenin oruç tutmasıdır.
2. Havasın orucudur. Yani daha önde gelen, takva sahibi olan Müslümanların tuttuğu oruçtur. Yani mide ile birlikte azaların (gözün, kulağın) da oruç tutmasıdır. Gözüyle harama bakmıyor, kulağı ile haram dinlemiyor, diliyle haram konuşmuyor, gıybet yapmıyor vs. Yani bütün azalarıyla oruç tutuyor.
3. Havas-ül havasın orucudur. Daha da önden gelenler, müttaki olanlar, bir bakıma mukarrebun (Allah’a yaklaştırılmıştır olan) olan Müslümanların tuttuğu oruçtur. Bunlar sadece mideyle değil azalarla da değil, bir de kalpleri ile oruçludurlar.
Kalbin oruç tutması nedir?
Kalpten yanlış şeylerin geçmemesidir. Vesvese gelebilir ama asla kalpte yer tutmayacak, yer bulamayacaktır. Gelen vesveseden mesul değiliz, vesvese gelir gider ama kalpte yer tutmaması gerekir. Mesela oruçluyken bir yanlış işi yapmaya karar veremeyecek, bir yanlış iş düşünmeyecek ve bir de kalbinde Allah’tan başka bir şeye yer bırakmayacak. Kalp yalnız Allah içindir, başkasına layık değildir. Dolayısıyla kalp, Allah ile Allah sevgisi ve Allah’a hayranlık ile dolmalıdır. Kâinata ve varlıklara bakıp tefekkür ettiğimizde kalbimiz Allah ile dolar, başka şeylere yer kalmaz. Çünkü Allah sonsuz ilim sahibidir ve bunu kâinatta yaratıklarıyla bunu ispatlıyor. Sonsuz ilim, sonsuz kudret, sonsuz rahmet sahibi ve o kadar güzel şeyler var ki Allah kendisinin güzelliğini de gösteriyor. İnsan kâinata böyle baktığı zaman kalbinde Allah’tan başka bir şeye yer kalmaz, sevdiklerini de yine Allah için sever ama Allah gibi sevmez. Çünkü her sevilenin eksiği vardır. Hiç kimse, hiç kimsenin sıfatları Allah’ın sıfatları gibi sonsuz değildir. Hiçbir alim Allah gibi her şeyi bilemez, hiçbir gören Allah gibi her şeyi görmez, hiçbir işiten Allah gibi her şeyi işitmez, hiçbir güzelin güzelliği Allah’ın güzelliği gibi değildir, hiçbir merhametlinin merhameti Allah’ın merhameti gibi değildir. Dolayısıyla insan bunları tefekkür sonucunda anladığı an, kalbinde Allah Azze ve Celle ’den başkasına yer kalmaz. İşte bunun en güzel göstergesi oruçtur. Oruç tutanın kalbi de oruç tutuyor. Hem haram bir şeyler düşünmüyor hem de Allah’tan başka hiçbir şey kalbine girmiyor. Kalbini Allah’a ait kılıyor ve böylelikle tamamen Allah ile doluyor. Mesela bir bardak tamamen su ile dolarsa artık içine başka su almaz. Aynı şekilde oruç tutan bir kişi kalbini tamamen Allah ile dolduruyor ve artık Allah’tan başka bir şey oraya girmiyor. Böyle bir insanın artık Allah Azze ve Celle için göze alamayacağı şey yoktur. Böyle bir insanın Allah’tan başka bir şeyin peşinden gitmesi mümkün değildir. Allah’tan başkalarına âşık olması mümkün değildir, böyle bir insanın Allah dışında birilerinden korkması mümkün değildir. Böyle bir insanın Allah Azze ve Celle için yapmayacağı bir hizmet yoktur. Böyle bir insana ‘Allah yolunda şu faaliyetleri yap’ dendiği zaman kabul etmemesi mümkün değildir. Sevgilisi uğrunda yapmayacağı şey yoktur. İşte bu da bir oruç çeşididir. Yani avamın orucu kolay olabilir. Aslında namaz kılmayıp oruç tutanlar esasında avamın orucunu tutuyor. O yüzden kolay diyor. Kendisine havasın orucu bundan dolayı zor geliyor. Çünkü azaları ile de oruç tutması gerekir.
Havas-ül Havas’ın orucuna gelince en üst makamda, üçüncü derecede olanların orucu daha da zordur. Çünkü kalbi ile oruç tutuyor ve kalbinde Allah’tan başka bir şey bırakmıyor. Böyle bir oruç elbette ki namazdan çok zordur.
Sunucu: Hocam, Allah razı olsun. Sizin verdiğiniz cevaplar ile aslında oruca bakış açımız değişmiş oluyor. Birçok insan bu sene oruç tutarken ‘acaba çok susayacak mıyım? Acaba çok açlık hissedecek miyim? Bu sene yaza mı denk geliyor? Günler uzun mu kısa mı?’ diye değil de ‘benim orucum hangi oruç? Acaba ben bu sene Ramazan ayını nasıl geçireceğim? Orucum hangi makamda olacak?’ diyecek ve böyle olması gerektiğini öğrenmiş, böyle bir bakış kazanmış oluyor.
SORU 8: Korona virüs sebebiyle toplu programların yapılamadığı bu Ramazan ayında sizi izleyen kardeşlerimize ve talebelerinize neler tavsiye edersiniz?
Öncelikle Ramazan ayının, Kur’an ayı olduğunu unutmamalıyız. Ramazan ayı Kur’an’ın indirildiği aydır ve Kur’an sayesinde bu ay; büyük bir şeref kazanmıştır. Allah Azze ve Celle’nin kelâmı bu ayda indiği için bu aya şeref vermiştir. Dolayısıyla onun üzerinde ayrıca durmamız icap eder.
Ramazan’ı Nasıl Değerlendirebiliriz?
- Ramazan ayı, Kur’an ayıdır. O zaman öncelikle her kardeşimiz günde bir cüz Kur’an okumalı, böylece Ramazan bittiğinde hatim indirmiş olmalıdır. Kur’an’ın her harfine on sevap vardır. Kur’an’da bu kadar harf var. Biz okuyarak inşallah sevabımızı artırmış oluruz.
- Kur’an’ın sadece Arapçasını okuyup, sevap kazanmak için değil aynı zamanda manasını anlamak için de günde bir cüz de mealinden okumalıyız. Yavaş okuyanlar belki Arapçasından bir cüz okuyamaz ama mealinden bir cüz mutlaka okusun ve Ramazan bittiğinde hiç olmazsa mealinden bir hatim yapmış gibi olsun. Böylelikle Kur’an’ın mesajını anlamalıyız. En önemli mesele odur.
Elbette Arapçasını okumanın da Allah’a yakınlaşma, sevap kazanma, Allah’ın kelamını okumanın şuuru içerisinde olma gibi bir faydası vardır. Tabii ki onun da sevabı vardır ama sevabın da ötesinde Kur’an’ın mesajını anlamak zorundayız. O halde meal okumalıyız. Bazı ayetlere takıldığımız zaman, dikkatimizi çektiği zaman, tefsirlere bakmalıyız.
- Bunun dışında mutlaka her günümüz dolu dolu geçmelidir. Mesela sokağa çıkma yasağı olan şehirlerde Ramazan boyunca toplam on gün kadar sokağa çıkma yasağı olacak. Geriye kalan on gününü evinde geçirmesin. Mutlaka 3-5 arkadaşı ile iftar yapsınlar.
Evet toplu iftarlar yapmıyoruz ama sosyal mesafeyi koruyarak, tokalaşmadan, musafaha etmeden, sarılmadan, kucaklaşmadan öyle birkaç kişi birbirlerini davet edip iftar yapsınlar. Sokağa çıkma yasağı olmayan şehirler de otuz gününü değerlendirmeliler. Mesela haftada bir gün kendi ailesi ile yemek yesin. Geriye yirmi beş, yirmi altı gün yani en az yirmi gün kalıyor. O zamanda da dışarıda bir yere gitsinler ya da kendi evlerine misafir davet etsinler. Bunu mutlaka yapalım.
- Yine tedbirler almak şartıyla birkaç kişi bir araya gelip teravih namazları kılınabilir. Mesela nerede iftar yapıldıysa orada birkaç kişi birlikte, biraz mesafeli durarak, tedbir alarak bu şekilde teravih namazı kılsınlar. 20 rekât kılmaya üşeniyorlarsa 8 rekât kılabilirler. Bu da sünnette var. Teravih ile ilgili çok fazla hadis var. 8 rekât, 20 rekât olduğunu ifade eden, 40-46 rekâta kadar kılınabileceğini ifade eden hadisler de vardır.
- Onun dışında bu Ramazan’da hatim indirmeden bahsetmiştim. Birbirlerine yakın oturanlar her akşam (erkekler için söylüyorum) mukabele yapsınlar. Kadınlar sabahleyin sabah-öğle arası mesela saat 10-11 üç-beş kadın bir araya gelip yine sosyal mesafeyi koruyarak mukabele okusunlar. Birisi okusun diğerleri takip etsin ve bu sünneti devam ettirelim.
Peygamberimiz Cebrail’e okudu ve Cebrail Aleyhisselam da Peygamberimizi dinledi. Peygamberimizin ezberini kontrolden geçiriyordu. Her sene bizde o sünneti devam ettirelim. Okuyuşu iyi olan birisi okur, diğerleri de takip ederler ve böylece Kur’an okuyuşları da güzelleşir, sevap da kazanmış olurlar. Mukabeleden sonra bir yarım saatte oturup sohbet ederler. Erkekler de akşamleyin bunu iftardan sonra bir yerde akşamları mukabele okurlar, mukabeleden sonra teravih namazlarını kılarlar. Bunları da mutlaka yapmalıyız.
- Bunun dışında arkadaşlarımız davet çalışmaları yapmalılar. Kadınlar bazı evlere gidebilirler, kadın kadına sohbet edebilirler. Erkekler de gündüz iş yerlerine gidebilirler. Zaten işyerleri kötü zaten esnaflar boş, zaten iş yok, dolayısıyla da esnaflarla sohbet etmeleri gayet mümkündür.
- Fakir talebeleri ya da fakirleri evine davet edebilir. Özellikle lise ve daha üstü olan, üniversite talebeleri davet edilmeli, onlarla yemek yenilmelidir. Kendisi yemek yaptırıp, fakirlere götürüp onlarla beraber yiyebilir. Fakirler için para toplayıp onlara erzak alıp götürüp verebilir. Kendisi de aynı şekilde gücü yettiği kadar Ramazan kolisi hazırlamalıdır. Gerçek fakirleri bulup bu kardeşlerimize yardımcı olunmalıdır. Zaten şu krizde olan çok insan var ve birçok insan işsiz kaldı.
- Sabah akşam zikirlerine herkes daha çok önem vermelidir. Her gün sabah akşam okumalı ve bu şekilde de ezber yapmış olmalıdır. Yüzlük zikirler ihmal edilmemelidir.
Günde 100 defa “Allahümme salli ve sellim ala seyyidine Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain” gibi salavat,
Günde 100 defa “Estağfurullahe ve etübü ileyh” gibi istiğfar
Günde 100 defa “Subhanallahi ve bihamdihi” vb. gibi tesbihatları çekmelidirler.
Bu gibi 100’lük zikirleri çekebilir, mümkünse 200-300-500 yapabilirler. Yani gündüzlerimizi de gecelerimizi de güzel değerlendirmeliyiz. Bir taraftan kendi maneviyatımızı güçlendireceğiz, bir taraftan fakirlerimizi düşüneceğiz, bir taraftan İslam’ı tebliğ yapacağız. Ramazan ayında insanlar daha güzel dinlerler, dolayısıyla tebliğ çalışmalarına ağırlık vermeliyiz. Akrabalarımızı davet etmeli, bizi davet ederlerse biz gitmeliyiz. Tedbirimizi alacağız ve yolumuza devam edeceğiz. Hiçbir zaman da boş kalmayacağız. Kadınlar gündüz, erkekler de akşam. Yani bütün zamanımızı tesbihatla, namazla, Kur’an’la, meal okumakla, kitap okumakla, tefsir okumakla, Peygamberimizin hayatını okumakla, fakirlerin elinden tutmakla değerlendirmeye çalışalım.
- Bir de kendimizde beğenmediğimiz bir iki tane kötü ahlakımızı hedef seçelim. ‘Bu Ramazan’da inşallah ben bunları değiştireceğim’ diye karar verelim. Allah’tan yardım isteyelim, göreceksiniz inşallah Ramazan’ın sonunda o kötü ahlaklarımızdan kurtulmuş olacağız.
Her Ramazan bir değişme fırsatıdır, değişim ayıdır. Dolayısı ıyla insanın önce karar vermesi gerekmektedir.