İnsanı en şerefli varlık olarak yaratıp sonra onu kılavuzsuz bırakmayıp ona yol gösteren Allah’a hamd; insanlara hidayet yolunu gösterebilmek için gece gündüz çalışan çilekeş Rasulüne salât u selam ve onun dava arkadaşları sahabe-i kirâma ve bütün dava erlerine selam ile…
Bu sayıda Öncü Neslin görevlerini özetleyerek bitirmek temennisiyle…
Öncü Neslin vazifesi insanî, kültürel veya tavizkâr siyasî bir hareket olmak değil; İslamî bir hareket olmaktır. İslamî faaliyet ve eğitim yapacaklarına, yardım dernekleri kurup sadece yardım paketleri dağıtır hale gelmeleri; düzenledikleri konferans v.b. etkinlikleri içi boşaltılmış kültürel faaliyetlere dönüştürmeleri ve İslam’ın hâkim olmadığı memleketlerinin yollarını, parklarını güzelleştirip barajlar inşa etmeleri Rabbanî hareket metodunu terk etmektir. Toplum tarafından daha çok takdir edilmek veya düşmanlarıyla karşı karşıya gelmemek için işin kolayına kaçmak ve kendini bunlarla avutmaktır. Hâlbuki Allah (c.c.), kitabında toplumları hangi şartlar gerçekleştiğinde değiştireceğini açıklamış ve “Muhakkak ki Allah, bir millet kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, o millette olanı değiştirmez.”1 buyurmuştur. Yani yardım paketleri dağıttığınızda, kültürel faaliyetler yaptığınızda ya da memleketinizi zenginleştirip yollarını, parklarını güzelleştirdiğinizde değil; teorik ve pratik İslamî eğitimlerle nefisleri ve ahlâkları değiştirdiğinizde Allah’ın size olan nimeti değişecek, küfür gidecek ve Hak hâkim olacaktır.
Nefislerin değişmesi ise sunî yollarla değil, gerçekçi eğitimlerle olur. Pasif, tek yönlü ve hayatın dışına çıkarak yapılan eğitimlerle insan nefsi eğitilmiş olmaz, sadece kendini kandırmış olur. Gerçek eğitim aktif, çok yönlü ve hayatın içinde kalarak yapılan eğitimdir. O yüzden yıllarca tarikata giderek nefsi terbiyede çok az bir mesafe alan insan, zikrullaha ve takvâya da önem veren çok yönlü bir cemaat çalışması içinde teorik ve pratik olarak eğitilir, gerçekten aktif olur, çalışmanın tam ortasında yer alırsa kısa zamanda büyük bir mesafe alacak ve uzun yolu kısaltacaktır.
Öncü Nesil hareketinin içinde insanî yardımlaşmalar, kültürel ve siyasî faaliyetler de olmakla birlikte sancağında bunlar değil, hep Tevhid olacaktır. Çünkü peygamberler İslamî hareket olarak ortaya çıkmışlardır, insanî, ahlâkî veya vatanperver bir hareket olarak değil. Allah(c.c.)’ın yardımı da saflar ayrılıp hareket Allah (c.c.) adına ortaya konduğunda gelir. Cin ve insanlardan olan şeytanlar, onları bu tarz bir hareket ortaya koymaktan alıkoymak için diğer yolları daha uygun gösterip hareketi hem Allah (c.c.)’ın yardımından mahrum etmek hem de böylece kendilerini Tevhid ile karşı karşıya gelmekten kurtarmaya çalışmaktadırlar. Çok iyi bilmektedirler ki insanlara “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?”2 denildiğinde herkes “Elbette ki Allah!” diyecek, ya da “Madem her şey Allah’ındır, o halde O’nun dediği olması gerekmez mi?” dendiğinde tüm insanlar, en azından tüm Müslümanlar “Elbette O’nun dediği olmalı.” diyeceklerdir. Çünkü Tevhid, şirkin ayağını yerden kesen bir aparkat veya bir sağ kroşedir. Şirk düzenleri, bundan kurtulmak için hareketi İslamî olmaktan çıkarıp insanî veya vatanperver bir harekete dönüştürerek kendileri açısından zararsız hâle getirmekte, hatta kendi işlerini bunlara yaptırarak kendilerine hizmet ettirmektedirler. Vazifemiz onlardan görünüp bâtıl güçlerin altını gizlice oyarak yıkmak değil, onlara tevhidi anlatarak onları Allah (c.c.) ile karşı karşıya getirmektir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vazifesi, sadece tebliğ değil, aynı zamanda teşkilatlanma ve bir güç meydana getirerek İslam Medeniyeti kurmaktı. Efendimiz (s.a.v.) Müslüman olmayanlara tebliğ ediyor, Müslüman olunca onları eğitime alıyor ve görevlendiriyordu. Yani önce tebliğ, sonra ta’lim (eğitim) ve teşkil (cemaat) ediyordu. O halde Öncü Neslin vazifesi de sadece tebliğ etmek değil, teşkilatlanmak; fert olarak değil, cemaat halinde çalışmak, yalnız nazarî-fikrî bir hareket değil, fiilî bir hareket olmaktır. Çünkü ne yalnız başına fikir ne de yalnız başına fert cemiyete rakip olamaz. Fikrî veya ferdî hareket cahiliye güçleri ile mücadele etmek sayılamaz. Çünkü cahiliye ne yalnızca fikir halindedir ne de fert. Cahiliye, cemiyet halinde ve fiilî bir varlık durumundadır. O halde Müslümanlar da fiilî bir varlık durumuna gelmek zorundadırlar. Çünkü yalnızca nazariye veya birbirinden kopuk fertler İslam’a fiilî bir varlık kazandıramaz. Fikir, fikre galebe edebilirse de fiilî kuvvetlere galebe edemez. O yüzden Hz. İsa (a.s.): “Men ensârî illallah?”3 (Allah yolunda kimler bana yardım edecek?) demiş, Allah yolunda kendisine yardım edecek kimseler aramış ve bir cemaat meydana getirmeye çalışmıştır.
Ayrıca cemiyet, fertleri kendi isteklerine uydurur. Fert halinde kalan Müslümanlar, cahiliye düzenlerine veya cahiliye toplumlarına uymak zorunda kalacaklardır. O halde Müslümanlar, cahiliye cemiyeti karşısında fert olarak kalamazlar ve organik (canlı ve birbiri ile irtibatlı) bir Müslüman cemiyet yani cemaat meydana getirmek zorundadırlar.
Kur’an ve sünnet, cemaati emreden delillerle dolu olduğu ve İslam, cemaat dini olduğu halde disiplin ve itaatten kaçtığı için cemaatten kaçanlar, neden iş hayatlarında patronlarına veya müdürlerine itaat etmektedirler? Çünkü oradan maaş almaktadırlar. Allah rızası ve cennet için itaat edemeyenler, para için itaat ediyorlarsa imanlarının, iman-ı hakikî olup olmadığını sorgulamak zorundadırlar.
Ayrıca ümmet olmak ve İslam Medeniyeti kurmak gibi büyük hedefleri olsaydı bunu tek başlarına yapamayacaklarını anlar ve cemaat olmayı farz görürlerdi. Çünkü farzın yerine gelebilmesi için gerekli olan şeyler de farz olur. Yani İslam Medeniyeti kurmak farz olduğuna ve bu farzın yerine gelebilmesi cemaat olmaya bağlı olduğuna göre o halde cemaat olmak da farzdır.
Müslümanlar, artık bilmelidirler ki yapmak istedikleri şey, dev bir saraydır. Öyle bir saray ki içinde okulu, camisi, hastanesi, medresesi, bakanlıkları, valilikleri, polis ve askeri ve daha hayat için ne lazımsa her şeyin mevcut olduğu bir saray... Bu kadar büyük ve bu kadar özellikleri olan bir sarayın inşaatına bir-iki kamyon tuğla, bir-iki kamyon çakıl v.s.ile başlanamaz. Böyle bir sarayın yapımı için nasıl ki aylarca malzeme taşınması ve malzeme akışının sağlanması; mühendislerin, ustaların, işçilerin ayarlanması, çalışacak bu ekip için kalacak yer ve yiyeceğin temin edilmesi ve bunlardan da önce projesinin çok ehil insanlar tarafından hazırlanması icâp ediyorsa, bundan çok daha büyük ve çok daha zor ve birçok düşmanı olan dev İslam sarayı için de aynı hazırlıkların yapılması gerektiğini akıl emrediyor. Aklın bu emrine kulak verilmezse; bir- iki kamyon malzeme gelince, sarayın yapımına başlanırsa düşman güldürülür, dost ağlatılır ve o malzemeler de hebâ edilmiş olur.
Öncü neslin hedefi okyanusun ortasındadır. Dolayısıyla küçük bir kayıkla yola çıkamaz. Büyük ve sağlam bir gemi yapmak zorundadır ki okyanusun dev dalgalarına dayansın. Aksi halde limana tekrar dönmek zorunda kalır. Büyük ve sağlam bir gemi; ehil ve cesur bir kaptan, ehil ve itaatkâr tayfalar, cesur ve itaatkâr yolcular ile hedefine gidebilir. O halde sağlam ve büyük bir cemaat olmak, ehil, cesur ve disiplinli kadrolar yetiştirmek ve yolculara da cesaret ve itaati öğretmek zorundadırlar.
Kendisine ‘bu davayı bırak’ diyen müşriklere Allah Rasulü (s.a.v): “Ben sizi öyle bir kelimeye çağırıyorum ki onu söylerseniz tüm Araplar ve Arap olmayanlar size boyun eğecek” buyurmuştu. O halde her memleketin Öncü Nesilleri vazifelerini yerine getirirlerse ümmet yeniden toparlanacak, “Hak gelecek ve bâtıl zâil olacak”4 ve Müslümanlar yeryüzünün hâkimleri olacaktır. Ahireti için dünyasını fedâ edenlere Allah, yalnız ahireti değil, dünyayı da verecektir. Daha önce de ifade ettiğim gibi her neslin bir vazifesi vardır ve bu neslin vazifesi sahabe neslinin vazifesine benzemektedir. Vazifemiz zamanın garipleri olmayı göze almak, hakkı diriltmek ve ümmeti insanlık âleminin direksiyonuna geçirmektir. Dinin gönderiliş gayesi olan Din, Akıl, Mal, Can ve Nesil emniyetini sağlamaktır.
Bu ulvi ve kutsi maksadı anlayanlar, bu maksada ulaşabilmek için tohum gibi olmayı göze almalıdırlar; karanlıkta, soğukta ve çamurda kalacak ve filiz vereceklerdir. Sonra bu filizi beslemeye devam edecekler ve meyve vereceklerdir. Tohum yok olacak, ama arkasında bir ağaç bırakacaktır. Daha doğrusu tohum aslında o zaman var olacaktır. Yok olmayı göze alamayanlar, var olamayacaklardır. ‘Hiçlik’ mertebesine yükselemeyenler benlikten kurtulamayacaklar, benlikten kurtulamayanlar ise meyve veremeyeceklerdir.
İbn-u Ata’nın dediği gibi: “Vücudunu yokluk toprağına göm. Yokluk toprağına gömülmeyenden yeşerenin meyvesi olmaz.” Öncü Nesil kendini unutacak, davaya hizmet ederken “yok”luğa ulaşacak, ama arkasında milyonlar bırakacaktır.
Bir dahaki sayıda başka bir konuda buluşmak dileği ile…
1- Rad, 11
2- Bakara, 140
3- Ali İmran, 152
4- İsra, 81