04 Oca 2015

Bizi yeryüzünde halifesi olarak yaratan ve ümmet olmakla şereflendiren Allah’a hamd; gece gündüz çektiği çilelerle sağlam bir ümmet meydana getiren Rasulüne salât-u selam; ümmeti yeniden diriltme mücadelesi veren kardeşlerime selam ile başlıyorum. Bir önceki sayıda ümmetimizin çöküşünde önemli bir sebep olan tembelliğin sebep ve çözümlerinden 4 tanesini anlatmıştık. Kaldığımız yerden devam edelim. 5- Dünya hayatına bakıştaki yanlışlık: Dünyaperest insanlar genç iken önlerinde çok uzun bir hayat var gibi görüp dünya için çok çalışsalar da yaşlandıklarında bunun böyle olmadığını anlar ve dünyadan el-etek çekip bir kenara çekilmeyi ve çalışmamayı tercih eder. Dün dünyaperest iken bu gün dünyayı tamamen terk eden bir insan durumuna gelir, ifrattan tefrite gider. “Nasılsa yakında öleceğim.” der ve tembellik yapar. Hâlbuki İslam’a göre dünya âhiretin tarlasıdır ve insan ömrünün sonuna kadar çalışmaya devam etmeli ki âhirette daha yüksek derecelere ulaşabilsin. Yani ölmeden bir dakika önce bile olsa yaptığının karşılığını ve faydasını bu dünyada olmasa da âhirette göreceğini bilmek insanı yaşlılığında veya ölümcül bir hastalığa kapıldığında bile tembellikten kurtarır ve çalışmaya sevk eder.

6- Kanaatkâr olmanın yanlış anlaşılması: İslam, Müslümanlara kanaatkâr olmayı ve aza kanaat etmeyi öğütler ve emreder ki, böylece insan, hem Allah’ın verdiğine şükretmiş olsun hem huzuru yakalasın ve hırstan kurtulsun hem de verilen nimeti küçük görmemiş ve Allah’a karşı saygısızlık yapmamış olsun. Aynı zamanda insan kanaatkâr olur ve şükrederse verilen nimet arttırılır. Çünkü Kur’an-ı Kerim: "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir." 1 buyuruyor.

Kanaatkârlığın doğru şekli, insanın hırsa kapılmaması ama tüm gücüyle çalışması ve sonra neticeye ve Allah’ın verdiklerine razı olması, hırs göstermeyip şükretmesi olduğu halde bu anlayış bozulmuş ve zamanla neticeye ve mahsule değil çalışmaya kanaat etmek şeklini almıştır. Hâlbuki İslam’da çalışmaya kanaat etmek övülmemiş aksine tenkid edilmiştir. Kur’an-ı Kerim “Bir işten boşaldığında hemen başka bir işe koyul.”2 buyurmuş, ‘bir işten boşaldığında ona kanaat et, başka iş peşine düşme’ dememiştir. Allah’a karşı diğer görevlerini aksatmamak şartı ile ve zengin olmak, lüks bir hayat yaşamak için değil ama zayıfların elinden tutmak, Müslümanları güçlendirmek ve yeryüzüne İslam’ı hâkim kılmak maksadıyla çok çalışmak övülmüştür. Çünkü bu dünya çalışma ve İslam adaletini yeryüzüne hâkim kılma yeridir.

Bir kısım Müslümanlar böyle bir yanlış kanaat anlayışıyla dünyevî meselelerde bile tembellik yaparken, başka bazı Müslümanlar da dünyevî meselelerde hiç kanaatkâr olmadığı ve hatta hırslı olduğu halde iman, ibadet, ahlâk ve cihad gibi konularda çok aza bile kanaat etmektedir. Allah için yapması gerekenin yüzde birini bile yapsa onunla mutlu olmakta ve yapmadığı kısımları düşünmek istememekte ve kendisine topal karıncayı örnek almaktadırlar. Hâlbuki ne karıncadırlar ne de topal. Ayrıca topal karınca hikâyesi az bir şeyler yapmak ve onunla mutlu olmak için değil, imkânı az da olsa hak bildiği yolda, gücünün ve ömrünün sonuna kadar yürümek gerektiğini ifade etmek içindir.

7- Hırslı olmak: Amelde aza kanaat etmek insanı tembelleştirdiği gibi neticeye kanaat etmemek ve hırs göstermek de insanı tembelleştirir. Çünkü hırslı insan hiçbir zaman neticeden memnun olamaz ve hep daha çoğunu ister. Bu mümkün olmayınca morali bozulur ve çalışma isteği kırılır, böylece tembelleşir. Yani amel ve çalışma konusunda kanaat edince de insan tembelleşmekte, neticeye kanaat etmeyip hırs gösterdiğinde de morali bozulmakta, çalışmamakta ve yine tembelleşmektedir. O halde çözüm bunun tersini yapmakta yani çalışma ve faaliyette aza kanaat etmemek ama neticeye kanaatkâr olmaktadır.

8- Devletin güçlü olması sebebiyle oluşan tembellik ve kibir: Devletler zirveye yükseldiklerinde inişe geçmeye de başlayacaklardır. Bunun böyle olmasının birçok sebebinden birisi de devletin güçlü olmasının hem yetkilileri hem de halkı rehavete, tembelliğe ve kibire sevk etmesidir.

Devletlerinin çok güçlü olduğunu görenler bu gücün ellerinden hiç gitmeyeceğini zannetmeye başlar, nice büyük imparatorlukların tarih sahnesinden silindiklerini unutur ve kibirlenirler. Kibirlinin hasmı Allah olduğu için Allah tarafından cezalandırılırlar. Ayrıca kibir insanı tembelliğe sevk ettiği için bütün gücünü kaybettirir. Çünkü ceza amelin cinsindendir ve kibirlenen, kibirden gelen tembellik ile ve bunun sonunda bütün gücünü kaybetmekle cezalandırılacaktır. Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e dediği gibi: “Oğul, insanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın. Ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup, aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın.”

9-İşi yetkililere havale etmek: Tembeller işi başkalarına havale edebilmek için yetkililerin her şeyi yapacağına inanırlar ve inanmak isterler. Çünkü buna inanmazlarsa iş kendilerine kalacaktır. Hâlbuki devlet sadece yetkililerin yaptıklarıyla yürümez, halkın yaptıkları da çok önemlidir. Yetkilileri çok ehil görüp gerekeni yapacaklarına inanmak toplumu tembelliğe götürür.

Devlet İslam devleti olsa bile yine de sivil toplum kuruluşları tarzında ya da biraz daha ötesinde cemaatler var olmalıydı. Devlet içinde devlet olmak, halifeye muhalefet etmek için ve fitne çıkarmak gibi maksatlar gütmeden ve böyle faaliyetler yapmadan sadece halkın eğitimi, uyandırılması için ve devlete görüş bildirerek devletin görevlerini yapmasına yardımcı olmak, hayırlı istikamete yönlendirmek ve nasihatlerde bulunmak için cemaatler var olmalıydı. Maalesef bu olmadı. Neden İslam devletinde tarikatlar oldu da cemaatler olmadı? Neden fıkhî ekoller, felsefî ekoller oldu da cemaatler olmadı? Tarikatların da fıkhî ekollerin de medreselerin de elbette büyük hizmetleri oldu ama bunlar devletin gidişatı ve önündeki tehlikelerle ilgilenmekten çok kendi branşları alanında hizmet verdiler. Cemaatin yapabileceği görevleri yapamazlardı ve yapamadılar.

Müslümanlar takvanın ve ilmin yayılmasını tamamen devlete bırakmayıp bu konularda devlete yardımcı oldularsa da geniş kitlelerin bilinçlendirilmesi, uyandırılması, Kur’an’ın mesajının onlara ulaştırılması ve önümüzdeki tehlikeleri görüp önlem alınmasını vs. tamamen devlete bıraktılar. Yanlış yaptığında devleti ikaz edecek bir mekanizma kurmadılar. Bu çöküşümüzde önemli bir sebep olmuştur. Bugünün dünyasında bütün gelişmiş devletlerde sivil toplum kuruluşlarına önem verilmesi, maddi olarak desteklenmesi sistemlerin ömrünü uzatan önemli bir âmil olmaktadır.

10- Ümitsizlik: Tembelleşmemizin sebepleriyle ilgili olarak yukarıda saydığım maddeler, daha çok gerilemeye başlamamızdan öncesiyle ilgilidir. Gerilemeye başladıktan sonra müptela olduğumuz ve birçoklarımızda hâlâ devam eden ümitsizlik de tembelleşmemizde çok önemli bir sebeptir. Çünkü ümitsiz insan, tembel ve gayretsiz olur.

Dinin en temel mesajı olan tevhidin unutulması, dünya sevgisinin kalbimizi kaplaması ve tembelleşmemiz sonucunda gerileme ve çöküş dönemine girdiğimiz 18. asırda batı teknolojisiyle karşılaşmış ve şok dönemine girmiştik. Hatta medeniyetle teknolojiyi karıştırmış ve batıyı medenî zannetmeye başlamıştık. Bilimin temellerini bizim attığımızı, kurduğumuz medeniyetin altın sahifelerini unutmuş, bin yıldan fazla dünyanın süper gücü olduğumuzu ve bilimi de, adaleti de, medeniyeti de insanlığa bizim öğrettiğimizi hatırlamaz olmuştuk. Kendi hatalarımız yüzünden geri kalıp batı ile aramızdaki mesafenin bizim aleyhimize büyüdüğünü görünce bu kadar farkın ortadan kalkmayacağını, bir daha belimizi doğrultamayacağımızı, onlara kavuşamayacağımızı düşünen ve ümitsizleşen insanlarımız çoğaldı. Ümitsizleşenler tembelleştiler.

İnsanın, yaptığı ve yapacağı işe sarılması, o işin olacağından ümitli olmasına bağlıdır. Ümitsiz olduğunda ise o işe sarılmayacaktır. Küfür dünyasının güçlü, İslam dünyasının ise zayıf olduğunu gören, ümitsizleşen ve tembelleşen Müslümanlar bilmeliydi ki, Allah (c.c): “Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir." 3 buyuruyor. O halde Müslümanlar “ya Allah” deyip, tembellikten kurtulup, görevlerine sarılsaydılar; sayı olarak az, teknoloji olarak geri olsalar bile yine de bu durumdan kurtulmaları ve düşmanlarına galebe çalmaları mümkün idi. Tarih de buna şahittir.

Ayrıca batının maddî gelişmişliği olsa da manevî çöküntü içinde olduğunu da görmek gerekirdi. Tarih ispatlıyor ki manevî çöküntünün ardından maddî çöküntü gelmektedir. Aslında batıdaki maddî çöküntünün alametlerini o nesil çok görmediyse de biz bugün açık bir şekilde görebiliyoruz. Ama nasıl ki küçük bir kayık iki üç dakika gibi kısa bir sürede battığı halde, büyük bir geminin batması kurtarma çalışmaları sayesinde bazen haftalar sürer. Avrupa ve Amerika büyüklüğündeki bir geminin batması da uzun sürecek ama sonunda batacaktır. Çünkü manevî çöküntü içerisindedir. Avrupa ve Amerika denilen bu vampir ve ahtapotun batmasının hızlanması ise Müslümanların çalışmasına bağlıdır. Batmamak için İslam âlemini daha çok sömürmeye mecbur olan bu hasta ahtapotun kollarını kesersek bize tutunamayacak ve hızla batacaktır.

Batı ile aramızdaki mesafenin çok olması gerileme döneminin Müslümanını çok üzmemeli ve çok korkutmamalıydı. Bilmeliydi ki dünyada bast-ı zaman var. Yani Allah, dilediği kullarının zamanını genişletir ve az zamanda çok iş yaptırır. Evliyadan bazılarının bir dakikada bir günlük iş gördüğü rivayet olunmuş ve Allah Rasulü’nün (sav) binlerce yıllık yolu Mirac’da bir anda almış olması gösterir ki Allah bizden razı olunca bize az zamanda çok mesafe aldıracak ve 200 senelik yolu belki de 20, belki de 30 yılda aldıracaktır inşallah. Zamanın genişlemesini bu misallerle anlayamayanlar kendinin ya da başkalarının gördüğü rüyaları düşünsünler. Birkaç saniyelik bir rüyaya bazen yılların, bazen bir ömrün sığdırılması belirli şartlar gerçekleştiğinde zamanın genişlediğinin delilidir.

Gerileme döneminin Müslümanları gelecekten ümitvar olsaydı daha çok çalışabilir ve tembellikten kurtulabilirdi. Ama olmadı ve ümitsizlik bünyeyi sardı. Ümitsizlikle ilgili anlattıklarımız gerileme dönemi Müslümanları ile ilgili olduğu gibi bugünün ümitsiz Müslümanları ile de ilgilidir. Bugünün bazı Müslümanlarını ümitsizleştiren iki sebep daha var ki bunları daha sonraya bırakarak bu kısma son verelim. Konuya devam etmek dileğiyle… Allah (cc)’a emanet olun.

İbrahim 7 İnşirah 7 Bakara 249